Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarına Uymak Zorunludur

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, Öcalan davası nedeniyle verdiği tedbir kararının ardından başlayan tartışma sürüyor. Tartışma, Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin ölüm cezasını onamasının ardından, karar düzeltme isteminin Yargıtay Başsavcısı tarafından reddinden sonra yoğunlaştı. Gerçekte, iç hukuk bakımından Ceza davalarında, kararın Yargıtay'ca onandığının taraflara ya da vekillerine "tefhim" edildiği (yüze karşı,huzurda, sözlü bildirim) ya da yokluklarında verilen kararın yazılı olarak "tebliğ" edildiği tarih, kesinleşme tarihidir. Böylece iç hukuk bakımından kesinleşen kararlara karşı altı aylık sürede Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuru olanağı için süre de başlamış olur. Öcalan'ın avukatlarının başvurusu, henüz iç hukuk yolları tükenmeden yapılan ve hazırlık soruşturması işlemlerini ve daha sonra yargılama sürecindeki aykırılıkları içeren başvuru idi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin 25 Kasım 1999 tarihinde açıkladığı onama kararına karşı da, avukatlar geçici önlem isteğinde bulundular ve bu istek kabul edildi.

Bu gelişme, insan haklarının hukuk yoluyla korunmasının çok önemli bir örneğidir. İnsan haklarının korunmasının iki belirleyicisinden biri olan hukuk yoluyla koruma(diğeri demokratik kamuoyudur), hem iç hukuk bakımından hem de insan haklarının ulusalüstü boyutu nedeniyle, ulusalüstü hukuk olmak üzere, iki aşamalı koruma sağlar. Böylece, Abdullah Öcalan hakkındaki kanaatı ne olursa olsun, yurttaşlar, ulusalüstü yargının kendi hakları ve özgürlükleri için, nasıl bir güvence sağladığını test etmiş olmaktadır.

Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni, 10.03.1954 tarih ve 6366 sayılı "İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesi ve Buna Ek Protokolün Tasdiki Hakkında Kanun" (RG, 19.03.1954, s: 8662) ile onaylamıştır. Yasaya göre, Sözleşme yayımlandığı tarihten itibaren yürürlüğe girecektir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 66/3 maddesine göre ise,(11 nolu protokolden sonra madde 59) imzadan sonra onaylayacak devlet bakımından yürürlüğe giriş, onay belgesinin Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği'ne depo edilmesi ile birlikte olacaktır. Bu açıdan Türkiye'nin onay belgesini sunduğu 18.05. 1954 tarihi, Türkiye bakımından sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihtir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin tarafı olan Türkiye, diğer taraf ülkeler gibi, Sözleşme'de yer alan hakları ve özgürlükleri tanıdığını ve bu haklar ve özgürlüklerin kullanılabilmesini sağlayacağını kabul ve taahhüt etmiştir. Sözleşmenin başlangıcında da bu taahhüt yazılıdır. Öyleyse, Sözleşme'de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararları ile ilgili ne gibi hükümler var ve Türkiye neyi kabul etmiş, ona bir bakalım.

Sözleşme'nin 25. Maddesi, (11 nolu protokolden sonra 34. Maddesi) bireysel başvuru hakkını düzenlemektedir. Türkiye, Sözleşme ve ek protokollerdeki haklar ve özgürlüklerle ilgili olarak, kendi yetkili otoritelerinin eylem ve işlemleri konusunda Komisyona bireysel başvuruyu, 27.01.1987 tarihi itibariyle kabul etmiştir.(RG 21,04.1987)

Türkiye, Sözleşme'nin eski 46. Maddesinde düzenlenen, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin zorunlu yargı yetkisini, 25.09. 1989 tarihinde kabul etmiştir. (RG, 27.09.1989)

Sözleşmenin yeni 46. Maddesi hükmü , "Hükümlerin bağlayıcılığı ve icrası" başlığını taşır ve şöyledir:"

    1. Yüksek Sözleşmeci Taraflar, tarafı bulundukları herhangi bir vakada Mahkemenin kesin/nihai hükmü ile bağlı olmayı üstlenirler.
    2. Mahkemenin kesin/nihai hükmü, bunun icrasını denetleyecek olan Bakanlar Komitesi'ne iletilecektir."( Bu hüküm 01.11.1998 tarihinde yürürlüğe giren 11 nolu protokolden sonraki son halidir),

Görüldüğü gibi Türkiye, Mahkemenin kararlarının bağlayıcılığı hükmünü kabul etmiştir. Denilebilir ki, bu kesin kararlar içindir. Geçici önlem niteliğindeki kararlar için bağlayıcılık söz konusu değildir. Böyle bir itirazın hukukta yeri yoktur. Başvuru bir bütündür ve geçici önlem, başvurunun sözleşme hükümlerine uygun bir şekilde sonuçlandırılabilmesi açısından kabul edilen bir yoldur. Geçici önlem kararının hukuksal dayanakları da, örneğin incelememize konu olan Öcalan davasında verilen geçici önlem kararının hukuksal dayanakları da, Sözleşmede bulunmaktadır. Konu, Sözleşmenin 26.maddesinde düzenlenmiştir. Sözleşmenin 26. maddesi, Mahkeme Genel Kurulu'nun, Mahkeme kurallarını kabul edeceğini (26/c) hüküm altına almıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de 04.11.1998 tarihinde Mahkeme Kurallarını kabul etmiş ve Kurallar, yürürlüğe girmiştir. Mahkeme Kuralları'nın 39' uncusu "Geçici Önlem" alt başlığını taşır. Buna göre, "Daire ya da uygun olduğu hallerde Daire Başkanı, bir tarafın ya da ilgili herhangi bir başka kişinin istemi üzerine yahut kendi inisiyatifiyle, tarafların çıkarları ya da önünde görülmekte olan davanın uygun biçimde yürütülmesi için kabul edilmesini zorunlu gördüğü herhangi bir geçici önlemi taraflara gösterebilir. Bu önlemlerin bildirimi Bakanlar Komitesi tarafından verilir. Daire, belirlediği herhangi bir geçici önlemin uygulanmasıyla bağlantılı herhangi bir mesele hakkında taraflardan bilgi talep edebilir."

Türkiye'nin, hem Sözleşmenin tarafı olması, hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin zorunlu yargı yetkisini tanıması, hem de bu kabulleri ile çelişir tarzda hareket etmesi düşünülemez. Hukuka bağlı hiçbir devlet bunu yapamaz. Konu Öcalan'ın şahsını aşan ve tüm yurttaşları ilgilendiren bir hal almıştır. Yurttaşı bulunduğumuz devlet, kendisini hukukla bağlı sayıyor mu saymıyor mu?Avrupa İnsan hakları Mahkemesi kararlarına uyalım mı uymayalım mı tartışmasını yapmak, abesle iştigaldir. Böyle bir tartışmanın yapılıyor olması, başlı başına yurttaşların özgürlüğünün tehdidi anlamını taşır. Zira, insan haklarının hukuk yoluyla korunması aynı zamanda yürütme organının yargı kararına uymasını da gerektirir. Yürütme organları, yargının kararlarını tartışır ya da yerine getirmezse ya da o kararları işlevsiz kılacak sapmalar içinde olurlarsa, haklar ve özgürlükler güvenceden yoksun kalır.

İnsanlar arasındaki ilişkilerde, sözlü ya da yazılı, sözverimlerini (taahhütlerini) yerine getirmeyenlere, güvenilmez insan denir. Devletlerarası ilişkilerde de bu, temel bir uluslar arası hukuk kuralıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de dışsal bir olgu değildir. Alman, İngiliz ya da Fransız ulusal makamlarının insan hakları belgeleri ya da ulusal mahkemeleri değildir. Bu belgeler ve mahkemeler, başkaları için ne ise, Türkiye Cumhuriyeti için de, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları için de, odur. Dolayısıyla, sorun, zihinlerdeki içselleştirme ile ilgilidir. İdare,hukukun üstünlüğü ilkesinin, hukuk devleti olmanın gereği olarak, bir yetkili ulusal mahkemenin kararını nasıl yerine getiriyorsa, aynı şekilde ulusalüsütü yargı organının kararını da yerine getirecektir. Bunda tereddüte yer yoktur. Kararın öznesi olan insana dair düşünceleriniz ne olursa olsun, hukuk kuralı bunu emreder.

Öcalan davası ekseninde tartışılması gereken, Mahkeme kararına uyma sorunu değildir. Bugün bir hukuk devletinde mahkeme kararlarına yürütme organlarının uyması gerektiği tartışılamaz. Hukuk devleti olma niteliğinin zorunlu ve doğal sonucudur bu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin geçici önlem kararından sonra, karara rağmen ölüm cezasının infazını isteyenlerin düşünmesi gereken konu, Avrupa Konseyi'inden çıkalım mı çıkmayalım mı konusudur. Çıkarılma kesin bir olasılık olduğu için de, bu yaptırımı göze alalım mı almayalım mı konusudur. Türkiye Avrupa Konseyi'ne katılma kararını 8 Ağustos 1949 tarihinde bildirmiş,bu bildirim, 12 Aralık 1949 günlü ve 7382 sayılı yasayla onaylanmıştır. Onay belgesi, 13 Nisan 1950 tarihinde Konsey Genel Sekreterine sunulmuştur. Böylece Türkiye'nin Avrupa Konseyi'ne fiili katılımı 8 Ağustos 1949, hukuksal olarak katılımı da 13 Nisan 1950 tarihidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini hazırlayan ve ilan eden Avrupa Konseyi'dir. Avrupa Konseyi Statüsü'nün 3. Maddesi şöyle bir hüküm taşır: "Avrupa Konseyinin her üyesi, hukukun üstünlüğü ilkesini ve yetki alanı altında bulunan her kişinin İnsan Haklarından ve Temel Özgürlüklerden yararlanma ilkesini kabul eder." Konsey Statüsü'nün 7. Maddesi ise, Konsey'den çıkmayı düzenler. Statü'nün 8. maddesi ise, temsil hakkından bir süre için yoksun bırakılmayı ve Konsey'den çıkarılmayı düzenler. Statü'nün 8. Maddesi şöyledir: " Avrupa Konseyinin 3. Madde hükümlerini ağır biçimde çiğneyen her üyesi temsil hakkından bir süre için yoksun bırakılabilir ve, Bakanlar Komitesi tarafından 7. Maddedeki koşullar içinde, Konseyden çekilmeye çağrılabilir. Bu çağrı dinlenmediği zaman Komite, bizzat saptayacağı günden başlayarak, söz konusu üyenin artık Konseye üye olmadığına karar verebilir."

Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararına uymaması, a) Konsey Statüsünün 3. Maddesinde yazılı hukukun üstünlüğü ilkesini ağır biçimde ihlal etmesi demektir, b)Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarının uygulanmasını denetleyen Bakanlar Komitesi'nin yetkisini tanımaması ve bir meydan okuma demektir, c)Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin yetkisini tanımamak, Konseyden çıkarılmayı gerektirir, d) Çıkarma kararını da Bakanlar Komitesi verir.

Avrupa Konseyi Statüsü'nün 13. Maddesine göre, "Avrupa Konseyi adına 15. Ve 16. Maddelere göre hareket edecek olan yetkili organ Bakanlar Komitesi'dir." Bakanlar Komitesinin muhatabı, ulusal parlamentolar değil, hükümetlerdir. Dolayısıyla, Avrupa İnsan hakları Mahkemesi'nin kararlarının yerine getirilmesini sağlayacak olan yürütme organı niteliğindeki Bakanlar Komitesi, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini muhatap almakta ve karara uygun tasarrufta bulunmasını istemektedir. Belirtilen durumda, kendi yetki alanındaki bir konuyu, somut olayda, Öcalan hakkındaki dosyayı, yasama organına sevk eden bir hükümet, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararına aykırı davranmış ve bu kararın yerine getirilmesini denetleyecek olan Bakanlar Komitesinin istemine olumsuz yanıt vermiş olur. Zira, dosya hükümetin tasarruf alanından çıkarılmakla, Bakanlar Komitesi muhatapsız kılınmış olacaktır. Böyle bir durumun doğuracağı ağır sorunlar tam bir kriz halidir. O nedenle hükümet, ulusaüstü yargının verdiği kararı yok farzederek işlem yapamaz; yargı kararının yerine getirilmesini denetleyecek Bakanlar Komitesini işlevsiz kılacak yollara başvuramaz. Bu çerçevede,konuyla ilgili olarak, hükümetin takdir yetkisinden de söz edilemez. Belirtilen durumda, hükümet, dosya üzerinde hiçbir işlem yapmadan, dosyayı kendisi hıfzetmek mecburiyetindedir.

Görüldüğü gibi, sırf devletlerarası ilişkiler bağlamında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararına uymamanın ya da kararın yerine getirilmesi ile görevli ulusal yetkili otoritenin (hükümetin) yasama organına işi havale etmesinin doğuracağı sorunlar çok ciddidir.

İnsan hakları ve özgürlükleri bağlamında ise, hükümetin bu konudaki tasarrufu, Türkiye toplumunun geleceğine dönük planlamasının ve kararlılığının ölçütü olacak niteliktedir. Zira, bu alanda, iç hukuk-ulusalüstü hukuk artık ya reel olarak içiçe geçmiş olacak ve hükümet hukukun üstünlüğü ilkesine bağlılığını ilan edecek; böylece, insan haklarının hukuk yoluyla korunması fikri gerçekleşmiş olacak; ya da hükümet, hukukun gerektirdiklerini değil, kendi takdirini kullanacak; bu durumda da insan hakları ve özgürlükleri yetkili otoritenin tanıdığı kadar ve izin verdiği ölçüde yaşanabilir olacaktır.

Hüsnü Öndül
Hukukçu
İHD Genel Başkanı

Bir cevap yazın