Barış ve Çözüm Süreci Yaşamsaldır, Bitirilemez

Son bir haftada yaşanan gelişmeler Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt sorunundaki barış ve çözüm sürecinin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha göstermiş ve hepimizi derin kaygılara sevk etmiştir.

Kürt sorununda silahlı çatışmaların sona erdirilmesine dair son 22 yılda çok sayıda gelişme yaşanmıştır. PKK tarafından ilk ateşkesin ilan edildiği 20 Mart 1993 tarihinden beri PKK-Devlet diyalogu esasında devam etmektedir. PKK ateşkeslerinin ikincisi 15 Aralık 1995, üçüncüsü 1 Eylül 1998, dördüncüsü 1 Eylül 1999, beşincisi 1 Ekim 2006, altıncısı 13 Nisan 2009, yedincisi 13 Ağustos 2010 ve sonuncusu 21 Mart 2013 tarihidir. Son ateşkes ile birlikte devam eden çözüm süreci gereği PKK militanlarının Türkiye sınırları dışına çıkması 8 Mayıs 2013 tarihinde başlatılmış, ancak daha sonra yeterli adımlar atılmadığı gerekçesi ile bu süreç Eylül 2013 tarihinde kesilmiştir. Son ateşkesin en önemli özelliği karşılıklı olarak çatışmasızlık sürecinin yaşanıyor olmasıydı. Seçim döneminde yaşanan çeşitli provokasyon yaratma amaçlı saldırı ve bombalama eylemleri ile güvenlik görevlilerine dönük saldırılar ve son olarak 25 Temmuz 2015 tarihinde PKK kadroları ile gerillalarının bulunduğu Medya Savunma Alanlarına yönelik kapsamlı hava harekatı çatışmasızlık sürecini fiilen bitirmiştir.

Kürt sorunundan kaynaklı silahlı çatışma döneminde İHD tarafından tespiti yapılabilen yaşam hakkı ihlallerinin çeşitliliğine ve sayısının çokluğuna bakıldığında yaşanan olayın tek başına “terör olayları” olarak nitelendirilemeyeceği uluslararası insancıl hukuk gereği olayın boyutunun silahlı çatışma olduğu ortaya çıkacaktır. Yaşam hakkı ihlallerine sebep olan birçok olayda ve saldırıda terör yöntemlerinin kullanılmış olması olayların tamamının terör olayları olarak nitelendirilemeyeceğini göstermektedir. İHD verilerine göre 1990 ile 2014 yılları arasında 2.964 faili meçhul cinayet işlenmiş, 1991 ile 2014 yılları arasında 2.194 yargısız infaz gerçekleştirilmiş, 1980 ile 2014 yılları arasında gözaltı merkezlerinde ve cezaevlerinde 1.308 kişi şüpheli şekilde ölmüş/öldürülmüş, 1980 ile 2004 yılları arasında 940 kişi gözaltında kaybedilmiş, 1993 ile 2014 yılları arasında meydana gelen silahlı çatışmalarda 23.758 kişi (asker, polis, köy korucusu ve PKK militanı) yaşamını yitirmiş, 1993 ile 2014 yılları arasında silahlı çatışma ortamından kaynaklı olarak her iki taraftan dolayı sivillere yönelik saldırılarda 2.616 kişi yaşamını yitirmiş, 2002 ile 2014 yılları arasında 330 kişi kara mayınları nedeni ile yaşamını yitirmiş, sadece 2003 ile 2014 yılları arasında 432 asker-polis şüpheli intihar vakası gerçekleşmiştir. Bütün bu bilanço olayın ne kadar vahim olduğunu ve artık bu ihlallerin katlanılamaz boyuta geldiğini göstermektedir. Bunun yanı sıra TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun terör ve şiddet olayları kapsamında meydana gelen yaşam hakkı ihlal raporunda belirtilen bilançoya göre 7.918 güvenlik görevlisi, 5.557 sivil vatandaş ve 22.101 silahlı militan olmak üzere 35.576 kişinin yaşamını yitirdiği belirtilmektedir.

Son ateşkes döneminde 2013 ve 2014 yıllarında ise silahlı çatışmalarda sadece 40 asker-polis-korucu ve militanının yaşamını yitirmesi silahlı çatışma döneminin en az kayıpla geçen dönemi dolmuştur.

TBMM 20. Dönem 10/25 sayılı Boşaltılan Köyler Araştırma Komisyonu raporuna göre Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde 20 ilde 905 köy ve 2523 mezra olmak üzere 3428 yerleşim birimi zorla boşaltılmıştır. İçişleri Bakanlığı 378.335 kişinin yerinden edildiğini belirtmiş olmasına karşın, STK’ların raporlarında bu sayı 1 ile 3 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Görüldüğü gibi bizzat devletin kendisi “terör yöntemleri” kullanarak 3.428 yerleşim birimini zorla boşaltmış ve yüz binlerce insanı yerinden etmiştir. Devletin ve dolayısıyla devlet görevlilerinin uyguladığı terör yöntemleri ortada iken sadece bir tarafın uyguladığı şiddetin terör olarak nitelendirilmesi ne kadar hukuka ve hakkaniyete uygun olacaktır?

İHD’nin, Eylül 2011’de kendisine yapılan müracaatları değerlendirerek oluşturduğu toplu mezar bilançosuna göre Türkiye’de 253 toplu mezarda 3.248 kişinin gömülü olduğu ve bu sayının giderek arttığı tahmin edilmektedir. Bu sayı her geçen ay giderek artmaktadır. Dolayısıyla uluslararası ve ulusal hukuka aykırı olarak insanlığa karşı işlenen suçlar sonucu meydana getirilmiş toplu mezar karşısında bir tarafın şiddetini “terör” olarak nitelendirmek ve devlet görevlilerinin gerçekleştirdiği insanlığa karşı suçları yok saymak ne kadar gerçekçidir?

Yukarıda kısaca izah etmeye çalıştığımız yaşam hakkı ihlalleri şunu göstermektedir ki, yaşanan olayları “silahlı çatışma”, “savaş”, “düşük yoğunluklu savaş” gibi nitelemek en doğrusudur. Silahlı çatışma ortamında insancıl hukuk ilkelerine aykırı olarak(1949 tarihli savaş hukukunun en önemli belgeleri olan Cenevre Sözleşmeleri’nin ortak 3.maddesine aykırı eylemleri kastediyoruz. Bunlar rehine alma, keyfi öldürme, işkence ve benzeri eylemler ile sivillere yönelik eylemler ve herhangi bir nedenle çatışma dışında kalmış insanlara yönelik eylemlerdir) silaha başvurulmuş olması çatışma, ya da savaş gerçekliğini değiştirmemektedir. Bu nedenle siyasal iktidarın soruna “terör sorunu” olarak yaklaşımını terk etmesinde fayda bulunmaktadır. İHD, bu ve benzeri durumlarda insan hakları hukuku ve insancıl hukuk ilkelerine aykırılıkları belgelemektedir. “Terör” kavramı ise olayları, durumları açıklayıcı olmayan, spekülasyonlara açık bir kavramdır. O nedenle de dünyadaki insan hakları örgütleri gibi İHD de olayları, durumları açıklamada ve nitelemede bu kavramı kullanmamaya özen göstermektedir.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Çatışma Sonrası Devletlerde Hukukun Üstünlüğü İçin Araçlar: Hakikat Komisyonları konusunda 2006 yılında yayınladığı rehber ilkeler bulunmaktadır. Bu ilkeler de gözetilerek bu süreçte hakikat komisyonunun kurulmasının gerekli ve zorunlu olduğunu belirtmek isteriz.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendisinin yaratmış olduğu Kürt sorununu çözme noktasındaki yaklaşımı uluslararası hukuka uygun düşmemektedir. Kürt sorunundan kaynaklı olarak uygulanan şiddet politikaları sonucu insanlığa karşı suçlar işlenmiştir. Bu suçların gelecekte bir daha işlenmemesi için Türkiye’nin uyması gereken uluslararası yükümlülükleri bulunmaktadır. Bunların başında Uluslararası Ceza Mahkemesinin yargı yetkisini düzenleyen Roma Statüsü, 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri’ne ek 1977 tarihli 2 adet protokol ve Birleşmiş Milletler Gözaltında Kayıplar Sözleşmesi’dir. Hükümetin bu üç temel düzenleme konusunda hala bir adım atmamış olması çok ciddi bir eksiklik olarak durmaktadır.

Devletin Kürt sorununa bakışı sürekli “terörle mücadele” eksenli olmuştur. Ancak Kürt sorununun terör odaklı yaklaşımlarla çözümlenemeyeceği, aksine siyasal bir gerçekliğin sonucu ortaya çıkan bir olgu olduğu, bu nedenle güvenlik eksenli yaklaşımlar yerine, anayasal düzenlemelerle kültürel ve siyasal varlığın ve hakların tanınması ile çözülmesi gerektiği açıktır. Devletin bakış açısı hak ve özgürlük eksenli olmadığı ve güvenlik eksenli bakış açısı egemen olduğu için, PKK’nin silahsızlandırılması hep öncelikli konu olarak ileri sürülmüştür. Oysa PKK Kürt sorununun bir sonucu olarak doğmuştur. Dolayısıyla Kürt sorunu çözülmediği sürece PKK gibi silahlı ya da silahsız siyasi örgütler her zaman var olacaktır. Bu basit gerçeklikten hareketle Kürt sorununun varlığının kabul edilmesi ve bu sorunun siyasal bir sorun olduğunun ve buna göre adım atılmasının gerekli olduğunun anlaşılması gerekir. Buna rağmen, siyasal iktidarın “önce silah bırakın sonra görüşelim” yaklaşımı karşılık bulmamıştır. Bu tür “önşartlar” yerine silahsızlanma/silah bırakma konularının diyalog ve müzakerelerin “hedeflerinden” birisi olarak düşünülmesi daha uygun, daha gerçekçi olacaktır. Kuzey İrlanda çözümü bunun en iyi örneklerinden birisidir.

Nitekim dünyadaki çatışma çözümleri de göz önüne alınarak, son ateşkes döneminde önemli gelişmeler yaşanmıştır. Devlet heyeti ile Abdullah Öcalan arasında varılan mutabakat uyarınca kurulan Akil İnsanlar Heyeti Nisan-Haziran 2013 tarihleri arasında barışın toplumsallaştırılması çalışması yürütmüş ve toplum bir bütün olarak barış ve çözüm sürecine sahip çıkmıştır. Hükümet, Akil İnsanlar Heyeti raporların belirttiği hususlarının önemli bir kısmını yapmamış, bazı hususları ise zamana yayarak etkisiz kılmıştır.

2014 yılının Temmuz ayında kabul edilen 6551 sayılı kanunla sürecin yasal altyapısı kabul edilmiş ve böylece birçok husustaki çalışmalar yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Derneğimizin yasanın ismine ve çeşitli maddelerine yaptığı itirazın ne kadar haklı olduğu maalesef ortaya çıkmıştır. Hükümet soruna terörle mücadele anlayışı çerçevesinde yaklaşmaya devam etmiştir.

2014 yılında ise özellikle Suriye Rojava bölgesi Kobane Kantonuna yönelik İŞID saldırıları karşısında Türkiye’nin tutumu tartışılmıştır. Türkiye bu saldırılara göz yummuş, istenilen desteği vermemiş, uluslararası baskı nedeni ile kısmi olarak Peşmerge geçişine izin vermiş, insani yardım ulaştırmıştır. Kobane’nin IŞİD kuşatması altında iken, Kobane ile dayanışmak için Türkiye Kürdistan’ında 6-8 Ekim 2014 tarihlerinde yaşanan şiddet eylemleri barış sürecinin kırılganlığını göstermiş, devlet ile paramiliter grupların şiddetinin ne kadar büyük olabileceğini göstermiştir. Bu süreçte yeniden Abdullah Öcalan ile girilen diyalog sonuç vermiş ve taraflar görüşmeleri sürdürmüştür.

2015 yılının ve belki de Kürt sorununun demokratik çözüm sürecinin en önemli gelişmesi, 28 Şubat 2015 Dolmabahçe deklarasyonu olmuştur. Denilebilir ki bu deklarasyonla birlikte sorun barışçıl olarak ve demokratik zeminde çözülebilecektir. Ardından Abdullah Öcalan’ın 21 Mart 2015 Diyarbakır Newroz alanında okunan mesajı ile PKK’nin Türkiye’de silah kullanmayacağı bir sürece gidilecekti. Tabi ki İzleme Kurulunun ve Hakikat Komisyonunun kurulması ile bu süreç hızla ilerleyecek ve tamamen silahsız bir döneme girilecekti. Hükümet ise sürekli olarak “kamu düzeni” bahanesi ile otoriterliği pekiştirecek ve Türkiye’yi tamamen bir polis devletine dönüştürecek iç güvenlik paketini yasalaştırdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan İzleme Kuruluna karşı çıktı ve “Kürt sorunu yoktur” diyerek süreci durdurdu. 5 Nisan 2015 tarihinden beri HDP Heyetinin Abdullah Öcalan ile görüşmesi engellendi. Ayrıca 27 Haziran 2011 tarihinden beri Abdullah Öcalan avukatları ile görüştürülmemektedir.

7 Haziran 2015 seçimleri ise Türkiye seçmeninin barıştan ve demokrasiden yana tutumunu ortaya koyduğu tarihsel nitelikte bir seçim oldu.

İHD’nin 23 Mart – 7 Haziran 2015 tarihleri arasında siyasi partilere yönelik ihlaller ile ilgili yayınlamış olduğu rapora bakıldığında seçim güvenliğinin sağlanamadığı çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu süreçte partilerin seçim bürolarına, araçlarına, adaylarına, çalışanlarına yönelik baskın, saldırı, tehdit ve polis baskınları sonucu 196 saldırı gerçekleşmiş olup, bunun 187’si HDP’ye, 13’ü AKP’ye, 7’si CHP’ye, 2’si MHP’ye olmuştur. Bu saldırılardan HDP’ye yapılan 187 saldırının 11’i silahlı, 5’i bombalı, 4’ü kundaklama biçiminde gerçekleşmiş ve 6 kişi yaşamını yitirmiş, 541 kişi yaralanmıştır. 33 HDP’li işkence ve kötü muameleye uğradığını belirtmiştir. Seçim çalışmaları nedeni ile 205 HDP’li gözaltına alınmış, bunlardan 12’si tutuklanmıştır. HDP’ye yapılan 187 değişik saldırı sonucu sadece 5 kişi gözaltına alınmıştır. AKP’ye yapılan 13 saldırıdan 5’i silahlı, 1’i ses bombalı 1’i kundaklama biçiminde gerçekleşmiştir. CHP’ye yapılan 7 saldırıdan 1’i silahlı olarak gerçekleşmiş, MHP’ye yapılan 2 saldırıdan 1’i silahlı olarak gerçekleşmiştir. Bu olayların açığa çıkarılması amacıyla TBMM Araştırma Komisyonu kurulmalıdır.

İktidar partisi tarafından hararetle savunulan %10 seçim barajı ve HDP’nin bu barajın altında kalması gerektiğine dair söylem seçmen nezdinde karşılık bulmamıştır. HDP %13.12 oy alarak dünyanın en yüksek seçim barajını yıkmış ve böylece Türkiye seçmeni demokrasi ve barış noktasında çok açık bir tutum almıştır.

Bu seçimlerle siyasal iktidarın otoriter yönetim anlayışı duvara çarpmıştır. AKP’nin Türkiye’yi polis devleti yapması ve bunu otoriter başkanlıkla taçlandırma isteği seçmen tarafından sona erdirilmiştir. Otoriterlik ve başkanlık tartışmalarına seçmen geçit vermemiştir.

Seçmen, Türkiye’de siyasal iktidar tarafından durdurulan barış ve çözüm sürecinin devam etmesi konusunda açık bir şekilde irade beyan etmiştir. 28 Şubat 2015 tarihli Dolmabahçe Deklarasyonu ve PKK lideri Abdullah Öcalan ile varılan mutabakatı hiçe sayan Cumhurbaşkanı ve hükümetin bu davranışı seçmen tarafından karşılık bulmamıştır. Türkiye seçmeni, HDP’ye verdiği %13.12’lik oy ile AKP’yi iktidardan düşürerek barış ve çözüm sürecinin Türkiye’nin en önemli ve sürdürülmesi gereken konusu olduğunu ortaya koymuştur.

Seçim sonuçları siyasal iktidar tarafından adeta red edilerek sanki AKP iktidarı devam ediyormuşçasına geçici hükümet otoriter uygulamalara devam etmiştir.

20 Temmuz günü Suruç’ta IŞİD’ın gerçekleştirdiği bombalı saldırıda 31 sosyalist gencin yaşamını yitirmesi toplumu adeta sarsmış, AKP iktidarının Şii ve Kürt karşıtı yanlış ve yanlı Suriye politikasının sonuçlarının ne kadar ağır olduğu toplum tarafından daha iyi anlaşılır olmuştur. Bunun yanı sıra uluslararası toplumun baskısı sonucu Türkiye IŞİD ile mücadele etmek zorunda bırakılmış, ama mücadele topyekûn terörle mücadele sloganı altında etkisiz kılınarak IŞİD ile savaşan PKK ile mücadeleye dönüştürülmüştür. Bu durum oldukça vahim sonuçlar doğuracak kadar tehlikelidir.

21 Temmuz 2015 tarihinden bu tarafa gerçekleştirilen polis operasyonlarında 1034 kişi gözaltına alınmış, 49 Kişi tutuklanmış, birçok kişinin ise işlemleri sürmektedir. Bu kişilerden yaklaşık 140’ı IŞİD üyesi, 22’si paralel yapı ve diğerleri KCK/PKK ve diğer sol örgütlere üyelik iddiası nedeni ile gözaltına alınmışlardır. Türkiye’nin Suriye ve Irak’a ana geçiş ve eleman toplama sahası olduğu Türkiye’de hala IŞİD ve buna benzer örgütlere mensup kişilere yönelik etkili soruşturmalar başlatılmaması Türkiye’nin işi ağırdan aldığını göstermektedir.

Geçici hükümetin güvenlik zirvesinde alınan kararla başlatılan son gözaltı ve tutuklama operasyonları ile birlikte Kürt medyasına yönelik sansür kararı alınmış ve 96 internet sitesine erişim engeli getirilerek, Türkiye’de ifade özgürlüğünün ve dolayısıyla basın özgürlüğünün her an rafa kaldırılabileceğinin de örneği yaşanmıştır.

AKP iktidarı döneminde KCK ismi ile yapılan siyasi operasyonlarda 2009 ile 2013 yılları arasında yaklaşık 38.000 civarında insan gözaltına alınmış, 9.000 civarında insan tutuklanmıştır. Korkarız ki, benzer bir süreç yeniden işletilmek istenmektedir.

İHD, esas olarak devletten kaynaklı ve “dikey ihlal” olarak uluslararası insan hakları hukukunda nitelenen ihlal türlerini izlemektedir. Devlet organları dışında bireyler, birey toplulukları, alternatif iktidar odakları, siyasal organizasyonlar ve şirketler gibi oluşumlar eliyle gerçekleşen ihlal türleri ise “yatay ihlal” olarak nitelenmektedir. İHD her iki ihlal türlerine raporlarında yer vermektedir. Kadına yönelik şiddet, sosyal haklar alanındaki ihlallere ilişkin veriler gibi… Yatay ihlaller konusunda da devletlerin insan haklarını koruma yükümlülüğü çerçevesinde pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Bu yükümlülük önlem alma yükümlülüğüdür.

Kürt sorunundan kaynaklı silahlı çatışma ortamındaki ihlaller ise insancıl hukuk ilkeleri ve Cenevre Sözleşmeleri ortak 3.maddeye aykırılıklar ekseninde değerlendirilmektedir. 24 Ekim 1992 tarihli İHD Genel Kurulunda alınan karar doğrultusunda insancıl hukuk ilkelerini savunmaktayız. O nedenle raporlarımızda aykırılıklara yer vermekte ve belgelemekteyiz.

Bu çerçevede son günlerde gerçekleşen eylemlerde; asker, polis, gerilla ve sivil ölümlerinden derin üzüntü ve kaygı duyduğumuzu ve tüm acıları paylaştığımızı, doğrudan doğruya yaşam hakkına yönelik saldırı eylemlerini kınadığımızı belirtmek isteriz.

TARAFLARA SESLENİYORUZ

Devlet askeri ve siyasi operasyonlarını derhal durdurmalı, uyguladığı şiddeti sona erdirmeli; insan haklarını ihlal eden kamu görevlilerine uyguladığı cezasızlık politikasına ve uygulamasına son vermelidir.

PKK ateşkesi muhafaza etmeli, misilleme eylemleri yapmamalı, silahlı eylemlerini sona erdirmelidir.

Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit derhal kaldırılmalı ve acilen HDP heyeti ve avukatlar Öcalan ile görüştürülmelidir.

Devlet kurumlarının siyasal partilere yaklaşımı eşit olmalı, ulusal güvenlik gibi bir konuda TBMM’de grubu bulunan HDP’ye bilgi verilmemesi gibi ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı tutumlara devlet görevlileri dahil olmamalı, siyasal iktidar devlet görevlilerini parti yetkilisi haline getirmemelidir. HDP’ye yönelik düşmanlaştırıcı tutum ve tavırlar Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne yönelik tutumlar olarak algılanmalıdır.

Türkiye, Suriye politikasını değiştirerek, Suriye/Rojava kantonları ile iyi komşuluk ilişkilerinin gereğine göre davranmalı, cihatçı örgütlere karşı etkili mücadele yürütmelidir.

Barış ve Çözüm Süreci 28 Şubat 2015 Deklarasyonuna bağlı kalınarak devam ettirilmelidir.

Türkiye hükümetsiz bırakılmamalı, barış ve demokrasiden yana ilkesel tutumları hayata geçirecek bir koalisyon hükümeti kurulmalı, asla bir savaş Hükümeti kurulmamalıdır.

Otoriter uygulamalara olanak tanıyan yasalar, başta içi güvenlik paketi ile değiştirilen yasalar olmak üzere bir an önce değiştirilmeli, özellikle ifade özgürlüğü güvence altına alınarak medya üzerindeki her türlü baskı ve sansüre son verilmelidir.

21 Temmuz – 28 Temmuz tarihleri arasında tespit edilebilen ihlaller

 

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

Bir cevap yazın