İnsan Hakları Akademisi Açılış Dersi

Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’nin 17 Temmuz 2010 tarihinde İHD İnsan Hakları Akademesi’nin kuruluşu vesilesiyle verdiği açılış dersi.

————————————————————————————

Yirminci Yüzyılın en önemli başarısı, insan hakları fikrini önplâna getirmesidir. İkinci Dünya Savaşından sonra önplâna çıkmaya başlayan insan hakları, yüzyılın sonlarına doğru moda haline gelmiş, moda olunca da kavramın içi boşalmaya başlamıştır. Bunun sonucu olarak insan hakları s a y ı l a n l a r ı n  sayısında bir enflasyon, uluslararası kuruluşlarca kabul edilen insan hakları belgelerinde de gitgide artan bir kavram kargaşası gözleniyor. İnsan haklarından bunca söz edilmesine rağmen, insan hakları ihlâlleri birçok ülkede ve uluslararası ilişkilerde pervasızca devam ediyor; yapılan hukuksal düzenlemeler de insan haklarıyla bağlantılanarak yapılmıyor, yani insan hakları için yaratacakları sonuçlar hesaba katılmıyor.

Neden? Benim görebildiğim kadarıyla, bunların en temel nedeni, insan haklarının n e olduğuna ilişkin bilgi eksikliğidir. Bu bilgi eksikliğinin tipik bir örneği, 11 Eylül’den sonra, dünya ülkelerinin birçoğunda insanların karşısına çıkarılan ve insanları sözüm ona bir seçim karşısında bırakan pseudo-dilemma/yapay ikilem: “güvenlik mi, insan hakları mı?” ikilemidir.

Bu bilgi eksikliği, yapay bir ikilem olan, ancak öne sürenlerin işine yarayan psikolojik etkiler yaratan bu ikilemin yapaylığının görülebilmesini engelliyor ve insanları korkutarak, “kişi güvenliği”nin de bir insan hakkı olduğunun unutulmasına yol açıyor. Güvenlik ile insan haklarını bu şekilde yanyana getirmek, bize ilkokulda yapmamamız gerektiği öğretilen bir şeyi çağrıştırıyor: armutlar ile meyveleri toplamayı. “Güvenlik mi istiyorsun, insan hakları mı istiyorsun?” sorusu da “elma mı istiyorsun, meyve mi istiyorsun?” sorusuna benziyor.

Sanırım, bu ikilemi öne sürenlerin kafalarında, hep kendi güvenliklerinin sağlanacağı, insan hakları ihlal edilecek olanların ise hep başkaları olacağı sayıltısı bulunuyor –ki bu sayıltının yanlışlığını tecrübe gösteriyor: İnsan hakları ihlal edenlerin insan hakları ihlal edildiği zaman, onlar da, iş başında unuttukları bir şeyi, “insan haklarının insan olan herkesin hakları olduğu”nu hatırlıyor ve kendileri için talep ediyor.

İnsan haklarına ilişkin kavramsal bilgi eksikliği, bugün sık sık aynı hukuksal metinde çelişkili normların yanyana bulunmasına da neden oluyor. Dolayısıyla pratikte çeşitli sonuçlara –yasamada, göreceli olan kültürel normları evrensel olan insan hakları normlarının önüne geçirilmesine, hukukun uygulanmasında da tutarsızlıklara, ayrıca da bir desekülarizasyona– yol açıyor, örneğin bir süre önce bizde tartışılan, kızların evlilik yaşının 14’e indirilmesi gibi. Kızların evlilik yaşının 14’e indirilmesini istemek, kültürel bir anlayışı bazı insan haklarının önüne geçirmek olacağının farkında değiliz. İnsan haklarının yaşamda gereklerinin yerine getirilmesinin ana koşullarından biri, insan haklarına ilişkin kavramsal bilgidir. İnsan haklarının sadece “iyi bir şey”, önemli bir şey olduğunu bilmek yetmiyor.

Bunun için sistematik bir insan hakları eğitimi çok önemlidir. İnsan Hakları Derneğinin kurduğu, değerli dost Hüsnü Öndül’ün bir vizyonu olan bu Akademinin kurulabildiğine çok seviniyorum. En çok sevindiren de bu eğitimin nasıl yapılması –nasıl bir anlayışla yapılması– düşünüldüğüdür. Çünkü yıllardan beri, insan hakları ihlallerinin önlenebilmesi için, insan hakları eğitiminde yalın ama çok önemli bir anlayış değişikliğinin gerekliliğini göstermeye çalışıyorum.

Bugün yaygın olan insan hakları eğitimi, insan hakları korunacak olanlar hedef alınarak yapılıyor; bunun için de eğitilenlere, insan hakları eğitimi adına uluslararası belgeler ve hukuk metinleri öğretiliyor. Kişiler “haklarını öğrensinler de talep etsinler” diye düşünülüyor. Böylece, genellikle,  “insan haklarının tarihsel gelişimi” adı altında çok kısa bir girişten sonra, genel ve özel insan hakları belgeleri ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları okutuluyor.

Eğer insan haklarının dünyamızda fiilen –işbaşında– korunmasını istiyorsak, insan hakları eğitiminin hedefini değiştirmek ve bu eğitimle en başta insan haklarını koruyan insanlar yetiştirmeye çalışmak uygun olur. Eğer hiçkimse işkence görmeyecekse, bu, hiçkimse işkence yapmayacaktır, demektir. İnsan hakları eğitiminin amacı da, ihlalleri telafi etmek değil, ihlalleri önlemek olsa gerek.

*

İşte bunun için bugün sizlere, “insan hakları nedir?” sorusuna bilgiyle temelendirilebilir bir cevap sunmaya çalışacağım –insan hakları araştırmalarında ve eğitiminde bu amaç için temel alınabilecek bir cevap. Ayrıca, yıllardır uluslararası düzeyde girilen bazı çıkmazlara bu bilgiyle bakıldığında, görülebilecek olanlara ilişkin birkaç örnek vereceğim.

“İnsan hakları nedir?” sorusu, ilk bakışta çok yalın bir soru gibi görünüyor. Ne var ki, insan haklarına ilişkin teorik çalışmalar için olduğu kadar, insan haklarının uygulanması için de sorulması gereken en temel sorudur; çünkü bunun cevabı, insan haklarını diğer haklardan (yani insan hakları olmayan haklardan) ayırt edebilme ölçütünü oluşturuyor.

İnsan hakları, herşeyden önce bir fikir, bir düşüncedir –insanların tarihe getirdikleri, çok farklı değere sahip çeşitli düşüncelerden biri. Şu düşünce: insanlar, insan  oldukları  için –tavuk ya da fil olmadıkları için–, yani bazı özellikleri ve doğal olanakları olan insan türünün üyeleri oldukları için –yediğimiz ekmeği yapmış, her an kullandığımız elektiriğin çeşitli kullanımlarını bulmuş, bazılarımızın okuduğu Küçük Prensi yazmış, hakkaniyet düşüncesini getirmiş, ombutsman kurumunu kurmuş bir türün üyeleri oldukları için– özel bir muamele görmeleri gerektiği düşüncesi. Kişiler birbirine öyle bir şekilde muamele etmeli ki, insanın bu doğal olanaklarını gerçekleştire bilsinler, diye düşünülüyor. Çünkü gerçeklikte insanların çoğu birbirine böyle muamele etmiyor, ya da başka insanların bu olanakları gerçekleştirebilmeleri için gerekli olan koşulların oluşmasını bilerek ya da bilmeyerek engelliyor.

Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi‘nin 1. maddesinde “Bütün insanlar haklar ve onur/değer bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır ve birbirlerine kardeşçe davranmalıdırlar” denilirken, dile getirilmeye  niyetlenilen bu  olsa gerek.

İnsanlar, başka insanlar tarafından belirli bir şekilde –“kardeşçe”– muamele görmeli. (Hiç şüphe yok ki Habil ve Kabil kardeşler gibi değil.) Ama nasıl? Tek tek insan hakları bu muameleyi saptamaya çalışıyor.

Böylece insan hakları: insanın bazı doğal olanaklarının –değerini bildiğimiz bazı olanakların– gerçekleşebilirliğinin koşullarına ilişkin talepler getiren ilkeler olarak karşımıza çıkıyor. İnsan haklarıyla dile getirilmek istenen, en temelde şudur: ancak bu koşullar varsa, kişiler normal olarak (ve istisnalar her zaman olabilir), insanın sözünü ettiğim bu doğal olanaklarını ve bu arada etik olanaklarını gerçekleştirebilirler.

İşte, herhangi bir hakkı  insan  hakkı yapan özellik de, bu tür muameleye ilişkin bir talep getirmesidir.

*

Böyle bir insan hakları kavramına dayanılarak belirlenen tek tek insan haklarının içeriklerinin bilgisi olmadan olan bitenlere bakıldığında, insan haklarını içtenlikle korumak isteyenlerin bile ne gibi çıkmazlara girdiklerine ilişkin sizlere birkaç örnek vermek istiyorum. İlk vereceğim örnekler, ifade özgürlüğü hakkı adıyla karşımıza çıkan hakla ilgilidir. Çünkü bugün düşünce özgürlüğü ve kanaat özgürlüğü kavramları açık ve seçik olmadıklarından, hepsi ifade özgürlüğü hakkına indirgeniyor. Bu indirgemeyi başta uluslararası kuruluşlar, politikacılar, basın yapıyor. Bu kavram kargaşalığını ciddî bir şekilde giderme yollarını aramak yerine, kolay yol seçiliyor. İnsan hakları belgelerinde iki ayrı madde olan düşünce özgürlüğü ile kanaat özgürlüğü ifade özgürlüğüne indirgeniyor. Bu indirgeme, sık sık çıkmazlara sürüklüyor ve bu çıkmazlardan nasıl çıkılacağı bilinmiyor.

Örneğin bir Orta Avrupa ülkesinde hükümetin kin söylemine karşı getirdiği bir yasa, ifade özgürlüğünü kısıtlıyor diye, o ülkenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. İnsan haklarını acaba etrafa serbestçe kin saçmak için mi istiyoruz?

Vermek istediğim ikinci örnek, bazı Avrupa ülkelerinde Yahudi soykırımı olmadığını ileri sürme yasağıyla ilgilidir. Genellikle sorulan,  “eğer ifade özgürlüğü varsa, neden bu yasak var?” sorusudur. Avrupa’nın genişlemesinden sorumlu olduğu sırada Oli Rehn bir toplantıda, bu soruyu sorana hak verircesine susmuştur. Oysa bu konuda da sorun (ya da bir çelişki olduğu izlenimini veren şey) düşünce, kanaat ve ifade özgürlüğü kavramlarıyla ilgilidir. İfade özgürlüğünü yaygın anlama biçimi doğru farzedilirse, çelişki olduğunu söylemek kaçınılmazdır. Ama ilgili kavramlar açıksa, böyle bir çelişki olmadığını görmek mümkün. Çünkü Goethe’nin şehri Weimer’a 20 kilometre uzaklıkta, halen müze olan Buchenwald Toplama Kampını ziyaret edenler  v e  bilgi ile düşünce/kanaat kavramları arasındaki farkı bilenler, bu yasağın ifade özgürlüğüyle ilgisi olmadığını da bilirler.

Vereceğim üçüncü örnek, Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı iken Franco Frattini ile yapılan bir söyleşidendir (Equal Voices, Haziran 2006). Frattini şöyle diyor:

 Avrupa toplumları çok kültürlü olsalar bile, Avrupa değerlerinin ve geleneklerinin aslî bir parçası olarak söz (ifade) özgürlüğünün pazarlığı yapılamaz.

Hükümetler veya başka kamu otoriteleri kişilere ifade ettikleri kanaatleri dikte etmezler ya da söylemelerine izin vermezler. Buna karşılık kişilerin ifade ettiği kanaatler ancak ve ancak bu kişileri bağlar. Bir ülkeyi, bir halkı, bir dini bağlamaz. Ve başkalarının bunları bağladığını iddia etmesine de izin vermemeliyiz.

Aynı zamanda, ifade/söz özgürlüğü iki yönlü kesen bir bıçaktır: söz/ifade özgürlüğü yalnızca bir kanaati açıklama imkânının temeli değil, aynı zamanda onu eleştirmenin de temelidir. Bu, çağdaş demokratik Avrupa toplumlarımızın aslî karakteristiğidir ve bunu koruma görevimiz var.

Şimdi ırkçılık özel konusuna gelince: ifadenin, hukukla ve Avrupa Konseyi ile Avrupa Birliğine üye devletlerinin hukuk sistemleriyle belirlenen ve yürürlüğe konan sınırları vardır. Bu sınırlar başka temel hakları korumak için konur. Özellikle, üye devletlerin iç hukuku –farklı boyutlarda olsa da– ırkçı ve yabancı korkusundan kaynaklanan davranışları ve söylemi zaten yasaklamış bulunuyor.

Bir mitos’un büyüsünü çözelim: kişileri ırkçı söyleme karşı korumak ve aynı zamanda ifade özgürlüğünün, toplumlarımızın ve Avrupa Birliğinin üzerinde kurulu olduğu ana direklerden biri olmasını ve kalmasını güvence altına almak arasında bir çelişki yoktur. Bunun tam nasıl yapılabileceğini bulmak kolay bir iş değildir ve herkesten önce ben, bunun dikkatle düşünülmesi ve derinlemesine tartışılması gerektiğini kabul ediyorum.

Bunu yapmanın yolu, ilgili kavramların içeriğinin bilgisel bir belirlemesini yapmaktan geçer. “Ben kıldım oldu” şeklinde tanımlar yapılmamalı. Fikirleri bilgisel olarak kavramlaştırmak ise felsefenin işidir.

Kavram kargaşasına vermek istediğim dördüncü örnek de, Avrupa Birliğinin bir kuruluşu olan ve bu arada çalışmaları genişletilerek, adı Fundemental Rights Agency/Temel Haklar Ajansı olarak değiştirilen, Viyana’daki Monitoring Center on Racism and Xenophobia’nın bir yayını olan Equal Voices’in yine Haziran 2006 sayısının kapağında sözü edilen “the right to offend and the right not to be offended”/küçük düşürme hakkı ve küçük düşürülmeme hakkıdır. (Küçük düşürmeden bir hak olarak söz ediliyor!) Hangi kritere göre küçük düşürme bir hak sayılıyor acaba? Ve acaba insan haklarını birbirimizi serbestçe küçük düşürmek için mi istiyoruz?

*

Bu sorunlara dikkat çekerken dayandığım insan hakları görüşüyle ilgili birkaç nokta daha belirteyim:

Taşıyıcıları bakımından insan hakları kişi haklarıdır.  Şimdi bu önerilen kavram veya ölçütle insan haklarına baktığımızda, görürüz ki,  her  kişiyle ilgilerinde birbirine bağlı olmakla ve bir bütün oluşturmakla birlikte, talepler olarak bazı önemli farklar gösterirler: bu taleplerden bir kısmı insanın doğal olanaklarıyla doğrudan doğruya ilgilidir; başka bir kısmı bu olanakların geliştirilmesi için  genel  olarak  gerekli önkoşullarla ilgilidir. Bunun için ben, insan hakları kavramına, kişinin güvenliğine ilişkin talepleri ve “temel özgürlükler” ile insanın doğal olanaklarını korumanın genel olarak önkoşullarına ilişkin talepleri (beslenme, sağlık, eğitim, çalışma v.b. hakları) kapsamanın uygun olduğunu düşünüyorum.

İlk türden talepler, doğrudan doğruya insanın olanaklarının gerçekleştirilebilmesiyle ilgilidir. İnsana özgü etkinlikleri gerçekleştirirken kişilere dokunulmaması talebini dile getirirler. Bir devlet tarafından  verilemeyecek,  ancak kişilerde kişilerce  saygı görebilecek  (veya ihlâl edilebilecek) hakları koruma talebinde bulunurlar. (Devlet görevlileri de kişilerdir.)

Böylece bu haklara saygı, etik bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu haklar konusunda devletin rolü, ihlâllerini önlemek, ihlâl edildikleri zaman da dengeyi yeniden kurmaktır; ya da devletten bu beklenir. Bu hakların korunması, ancak onları  ihlal   etme girişimleri olduğu zaman söz konusu olabildiğinden; devletin bu hakları koruması, bu hakları yasaların güvencesi altına alması, yani bu hakların ihlâlini yasalarla önlemeye çalışması, ihlâl etme girişimleri olduğu veya ihlâl edildiği zaman da çeşitli organlarıyla araya girmesi demek olur. (Bunları söylerken, devlet organlarının da bu hakları ihlâl ettiği, bunu yapmakla da o devletin temellerini sarstığı durumları, kuşkusuz unutuyor değilim.) Geleneksel adlarıyla kişi özgürlüğü ve güvenliği gibi hakları ve gerektirdikleri (:hiçkimse esir ya da köle durumunda tutulmayacaktır; hiçkimseye işkence ya da acımasız, insanlıkdışı, aşağılayıcı muamele yapılmayacak, bu tür ceza verilmeyecektir; hiçkimse keyfî olarak tutuklanmayacaktır) ile düşünce ve kanaat özgürlükleri bu tür haklardır; herkesten insan onuruna dokunmama isteminde bulunurlar.

“Temel özgürlükler” denen özgürlükler, bu kişi haklarının yasal güvenceleridir; bir kişi insan olarak olanaklarını gerçekleştiren etkinliklerde bulunurken, o kişiye hiçbir nedenle “hiçkimse”nin dokunmamasını güvence altına alırlar. Yasal geçerliliği olan bir belgede yer almaları, herkesten istenebilmelerini güvence altına alır, ama bununla bu haklara saygı gösterilmesi sağlanmış olmaz.

Bu haklar,  bütün  insanların  eşit  olduğu  hakların bir kısmını oluştururlar. Korunduğu yerde, ilgili özgürlükler  vardır: kişiler yaşıyorlar bu özgürlükleri; korunmadıkları yerde ise, güvensizlik –ya da anarşi ve terör– egemendir. Ve devlet organları tarafından ihlâl edildikleri yerde, orada baskı vardır, demektir. Acaba ifade özgürlüğü adına serbest bırakılan kin söylemi veya hakaret söylemi, bunu kullananların hangi insansal olanaklarını gerçekleştirmelerine yardımcı oluyor?

*

Bütün insanların eşit olduğu, her kişinin insan olarak  sahip  olduğu,  yani tanınmaları sözkonusu olmayan, ancak gerektirdiklerinin yerine getirilmesi sözkonusu olan ikinci türden temel haklar  ise, her kişiye insan olarak olanaklarını geliştire bilmesini  sağlayan önkoşullara ilişkin taleplerdir. Beslenme hakkı, barınma hakkı, sağlık hakkı, eğitim hakkı bu tür haklardandır.

İlk grup insan haklarının tersine, bu hakların korunması kişilere  doğrudan  doğruya  bağlı değil, bir ülkede yapılan hukuksal düzenlemelere ve alınan siyasal kararlara bağlıdır. Ama şu ya da bu kararı almanın da kişilere bağlı olduğu unutulmamalı. Bu haklar, her ülkenin koşullarına göre sınırları farklı genişliklerde çizilmesi sözkonusu olan ve yasalarla tanınan  başka haklar aracılığıyla korunabilirler ancak: hukukla yurttaşlara çizilen sınırlar olan sosyal, ekonomik ve siyasal haklarla. Sosyal ve ekonomik haklara çizilen sınırların, korunmasına aracılık ettikleri temel hakları koruyup koruyamamaları, bu sınırların bir ülkedeki bütün yurttaşların eşitliği ilkesine ve o ülkedeki koşullarda temel haklar için yaratabilecekleri önceden görülebilir sonuçlar hesaba katılarak çizilip çizilmediklerine bağlıdır. Bunlar, bütün insanların eşit olduğu temel haklar değil,  bir ülkedeki bütün yurttaşların eşit olduğu haklardır.

Böylece kişi açısından bakıldığında etkin ve edilgin anlamda etik  muamele ilkeleri ya da normları olan insan haklarına devlet açısından bakıldığında, insan haklarının, bu muameleyi mümkün kılan koşulları dile getiren normlar olduğu görülüyor. Başka bir deyişle, devlet açısından bakıldığında insan hakları, toplumsal ilişkilerin ve kamu işlerinin düzenlenmesinde dayanılacak normlardır –yani çeşitli düzeylerde hukukun türetilmesinde, sosyal ve ekonomik konularla ilgili yasaların oluşturulmasında hareket edilecek temel öncüller ve kamu işlerinin yönetimini belirleyecek normlar. Pozitif hukuk bunlara göre türetildiğinde ve kamu işleri bunlara göre yönetildiğinde, kişiler, herbiri yapabileceği ölçüde, insanın (insan türünün) daha önce sözünü ettiğim doğal olanaklarını gerçekleştirebilirler.

İşte insan hakları, toplumsal düzenlemeler için, hukuk ve siyaset için  etik  ilkeler getirme girişimidir. Bu da şu demektir: Bir devlette sosyal ve ekonomik haklar tanıyan yasalar oluşturulurken (örneğin genetiği değiştirilmiş organizmalarla ilgili bir yasa oluşturulurken), bunların o devlette yaşayan bütün insanların insan hakları için yaratabilecek önceden görülebilir sonuçları hesaba katmak gerek.

Sosyal adaletsizlik sorunu da bu haklar ile temel haklar arasındaki ilişkide, yani ilişkisizlikte karşımıza çıkıyor. Şöyle:

Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, insan hakları-demokrasi/demokratikleşme-serbest pazar üçlüsü, dünya düzeyinde moda sözcükler olmuştur. Ne var ki, insan hakları, demokrasi ve serbest pazarın birbiriyle bağlantılanması, aralarındaki olgusal ya da kavramsal bir bağlantıyı göstermekten çok, bunlara ilişkin bazı değer yargılarının bağlantı içine sokulması olarak görünüyor. Bu öyle bir bağlantılamadır ki, bugün yapıldığı gibi, var diye tartışmasızca kabul edildiğinde, mevcut sosyal ve global adaletsizliği, yani ülkeleriçi ve ülkelerarası ekonomik dengesizlikleri daha da pekiştirebilir, “demarksizasyon yolunda” olan ülkelerde ise yeni dengesizliklere ve hayal kırıklıklarına yol açabilir –sanırım bu arada açmıştır da.

Sosyal adalet konusu bugüne dek hep “sosyal devlet”le ilgisinde ele alınmış; sosyal adaletin insan haklarıyla ilgisi üzerinde pek durulmamıştır. Serbest pazarı globalleştirmek amacıyla özgürlükçülük adına ileri sürülen “devletin küçülmesi” gerektiği düşüncesinin yaygınlaştırılmasıyla da, sosyal adalet konusu tartışma gündeminde önemli bir konu olmaktan çıkmıştır.

Bu özelleştirme furyasının ne gibi sonuçlar yaratmakta olduğunun ve sosyal adaletsizliği nasıl pekiştirdiğinin farkında olanlar yok değildir. Örneğin 2000 yılında yapılan Cenevre Zirvesinin sonuç belgesinde şöyle deniyor: “etkili ve sorumlu bir kamu sektörü, sosyal hizmetlerin sağlanmasında çok önemlidir”1. Ve

ulusal sınırları aşarak yayılan ekonomik şoklar yaratmış olan ulusların birbirine gitgide artan bağımlılığı, aynı şekilde de artan eşitsizlik, şu andaki uluslararası ve ulusal kurumsal düzenlemelerin ve ekonomik ve sosyal politikaların zayıflığını gösteriyor ve bu sosyal politikaları uygun reformlarla güçlendirmenin önemine ışık tutuyor.2

Son yıllardaki ekonomik kriz, bunu pekiştirir niteliktedir.

2002 yılının İnsansal Gelişim Raporunda (Human Development Report) ise şu çarpıcı cümleyi okuyoruz: “Ekonomik, siyasal ve teknolojik açıdan dünya hiçbir zaman bu kadar özgür görünmemişti –ya da bu kadar adaletsiz”.

İzninizle, şu düşüncemi keskin bir dille ifade edeyim: insan hakları, demokratikleşme ve serbest pazar arasında zorunlu bir kavramsal ya da olgusal bağlantı görmediğim gibi, ölçütsüz özelleştirmeye ve “devletin küçülmesine” dayanan serbest pazarın, yoksul ülkelerde ve refah düzeyi düşük ülkelerde insan haklarının daha iyi korunmasına götüreceği beklentisinde saklı bir tuzak ve yeni bir çıkmaz görüyorum.

Neden böyle dediğimin, yine nedenlerini göstereyim, yani serbest pazar ile insan hakları arasında, kanımca yanlış kurulan bu bağlantının arkasında gördüğüm felsefî problem hakkında birkaç söz söyleyeyim:

‘Serbest pazar’la ilkece dile getirilmek istenen, çok yalın bir şekilde söylenirse: devletin ya da yönetimlerin kişilerin ekonomik etkinliklerine karışmaması, onları rahat bırakması talebidir. Bu durumda sosyo-ekonomik ilişkiler düzeni, yani bu ilişkilerin kurulması ve değişmesi, kendiliğinden olup biten (spontane) bir süreç izleyecektir, diye düşünülüyor. Bu süreçte kişiler, yalnızca kendi çıkarlarını daha iyi korumakla kalmayacaklar, aynı zamanda başka kişilerin çıkarlarını da korumak zorunda kalacaklardır.

Bu anlama gelen “serbest pazar”ın insan haklarıyla bağlantılandırılması, kişilere ait olduğu farzedilen ekonomik “özgürlüğün”, bir temel hak gibi görüldüğünü ve ancak bir tür temel hakların (benim doğrudan doğruya korunan haklar dediğim “düşünce özgürlüğü”, “kanaat özgürlüğü” gibi hakların) korunabileceği biçimde korunmak istendiğini gösteriyor.

Bu da, benim görebildiğim kadarıyla, a) kişi haklarının farklı çeşitleri arasında fark yapmamaktan, yani kişinin temel hakları ve temel olmayan hakları (sosyal ve ekonomik hakları) arasında bir fark görmemekten; ayrıca da b) iki farklı türden temel kişi haklarının farklı olan korunma yollarının karıştırılmasından ileri geliyor. Örneğin “düşünce özgürlüğü”nü koruma yolu, bir kişi hakkı olarak görülen “ekonomik özgürlüğün” korunma yolu sayılmış oluyor.

Böylece, ekonomik haklarla ilgisinde düşünüldüğünde “ekonomik özgürlük”,  kişinin ekonomik etkinlikler gerçekleştirirken engellenmemesi, başka bir deyişle, ekonomik etkinliklerde sınırlamaların olmaması  anlamına gelmiş oluyor; bu da bu tür hakların neliğine –insan hakları gözetilerek veya gözetilmeden çizilen sınırlar olmalarına–  ters düşüyor. Ya da “ekonomik özgürlük”, kişilere, yalnızca belirli insan olanaklarını gerçekleştirirken değil, kendi çıkarlarını –yalnızca başka kişilerin çıkarlarıyla kaçınılmazcasına çatışmakla kalmayan, çok defa başka kişilerin temel haklarıyla da çatışan çıkarlarını– korumaya yönelik işler yaparken de “hiçkimse”nin karışmaması demek oluyor.

Dolayısıyla, “serbest” (free) pazarın teşviki, refah düzeyi yüksek olmayan ülkelerde, yalnızca, ekonomik hakların sınırlarını özel ya da grupsal çıkarlara göre çizen yönetimleri saf dışı bırakmayı istemek (“devleti küçültmek”) olmuyor; aynı zamanda ulusal ve uluslararası düzeyde ekonomik ilişkilerin düzenlenmesinde temel hakları belirleyici kılma imkânını da ortadan kaldırıyor, ya da rastlantılara bırakıyor.

Serbest pazarı (dayandığı özelleştirmeyi ve yöneldiği globalizasyonu), şu andaki yoksulluk çıkmazından çıkaracak bir yol saymanın temelinde, özgürlüklerin yanlış anlaşılması bulunuyor; çünkü serbest pazar, aşağı yukarı aynı ekonomik gelişme düzeyinde olan ülkelerin ekonomik ilişkilerinde işleyebilir, ama gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan borçlu ülkeler arasındaki ilişkilerde farkına varılmayan  bir tuzak gibi görünüyor.

Görebildiğim kadarıyla, özgürlüklerin yanlış anlaşılması köktendinciliklerin yayılmasının da ana nedenleri arasında bulunuyor. Onlar da “düşünce, vicdan, kanaat, ifade özgürlüğü” denen haklardan ve bunca teşvik edilen “grupların etik ve dinsel ‘değerler’ine ve kültürel kökenlerine saygı”dan yararlanıyor ve aslında insan haklarına aykırı olan bazı dünya görüşlerini ve normları yayıyorlar.

Bu söylediklerim, şu andaki yoksulluk çıkmazından ve diğer çıkmazlardan çıkarabilecek başka olanaklı bir çıkış yolunu düşündürüyor. Bu yol, onu bir tek cümleyle dile getirmekgerekirse, ulusal ve uluslararası politikaların  ana amacı olarak, ‘gelişme’nin  yerine –nitelendiricileri ne olursa olsun, kalkınmanın yerine–, açıklıkla kavranan insan haklarının korunmasını koymak olur. Çünkü, daha önce belirttiğim gibi, kişi açısından bakıldığında, belirli bir muamele görme ve etmeye ilişkin talepler olan insan haklarına devlet açısından bakıldığında toplumsal-kamusal ilişkilerin kurulması ve hukukun türetilmesi için, bilgisel ve değersel bakımlardan özellik gösteren temel ilkelerdir.

Böyle bir amaç değişikliği neyi-neleri sağlayabilir? Sağlayacağı en önemli yararlardan biri, ulusal düzeyde sosyal adaletsizliğin kısa zamanda (yani “gelişmekte olan” bir ülkenin, “gelişmiş” bir ülke olmasını beklemeden) ortadan kaldırılmasıdır. Uygun yasalarla bir ülkedeki bütün yurttaşların dolaylı korunan haklarını (barınma, beslenme, eğitim, sağlık haklarını) koruma imkânını sağlayabilir. Bu da, sosyal ve ekonomik konulara ilişkin bazı yasaları getirmekle, yani tanınan sosyal ve ekonomik hakların sınırlarını, ülkenin mevcut koşullarında bütün yurttaşların temel hakları için yaratacağı önceden görülebilir sonuçları hesaba katarak çizmekle olur. Bu da, içtenlikle istenirse yapılamayacak bir şey değildir.

Parlamentoların “demokratik” kararlarıyla yapılması söz konusu olan böyle bir yasamanın büyük zorluklarının farkındayım: böyle yasalar oluşturmanın güçlüğünün ve oluşturulduğu takdirde, onları karşılıklı çıkarların karar verici bir rol oynadığı parlamentolardan geçirmenin güçlüğünün. Böyle bir şey zor olmakla birlikte, olanaksız olmasa gerek; bunun koşulları, böyle bir işe girişecek olanların, bunu içtenlikle istemelerinden ve gerekli bilgiye sahip olmalarından başka, her ülkede buna uygun stratejiyi bulabilecek kapasitede olmalarıdır. İnsan hakları eğitimi, bütün bunlar üzerine de düşünmeye yardımcı olmalı.

İnsan hakları eğitimi “kendi haklarını koruyacak kişiler” in değil, kendi hakları da olan insan haklarını koruyacak insanların yetişmesine yardımcı olmalı.

Otuz yıldan beri Hacettepede, son beş yılda da Maltepe Üniversitesinde yaptığımız insan hakları eğitiminin temelinde bulunan bu anlayışı, “İnsan Hakları Akademisi tarafından yürütülecek insan hakları programına ilişkin öneriler”de görmek, beni nekadar sevindirdiğini tahmin edebilirsiniz. Bu programı hazırlayanları gönülden kutlamak isterim. Programın Girişinde şöyle deniyor:

İnsan Haklarının etkin korunması ve yaşama geçirilmesi, hukukun ve ulusal-uluslararası koruma mekanizmalarının yanısıra; insan hakları bilgisi ve bilincinin yaygınlaşmasına, bu hakların benimsenmesine ve kişilerin bu hakların talep ettikleri şekilde davranışlarda bulunmayı istemelerine bağlı olduğu bilinen bir gerçektir. Bunu gerçekleştirmenin yolu kişilerin bu hakların farkında olmalarını, bu hakların neden korunması gerektiğinin bilincine varmalarını, onları korumayı içtenlikle istemelerini ve elbette neyin nasıl korunabileceğini bilmelerini sağlayacak bir eğitimdir.

İnsan Hakları Derneği’ni, bu girişimi için kutlar; Akademinin yapacağı çalışmalarla, ülkemizde insan hakları ihlallerinin önlenmesine ve bütün insanlarımızın “korku ve yoksulluktan kurtulma”da yeni adımların atılmasına katkıda bulunmasını dilerim.

İOANNA KUÇURADİ

————————————————

1 Cenevre Zirvesinin sonuç belgesi taslağı, par 43.
2 Ibid., Proposals for further initiatives for social development, 2.

Bir cevap yazın