İNSAN HAKLARI VE TÜRKİYE

Bugün bizim için çok önemli bir gün. Heyecanlı ve mutluyuz.

İHD’nin 24. kuruluş yılı ile kuruluşuna öncülük ettiğimiz TİHV’nın 20. kuruluş yılını kutladığımız bugün İHD İnsan Hakları akademisinin açılışını da gerçekleştiriyoruz. Bu vesile ile gerçekleştirdiğimiz bu programa katıldığınız için hepinizi saygı ve sevgi ile selamlarım.

Konuşmamı ana hatları ile insan hakları ve Türkiye bağlamında gerçekleştireceğim.

Türkiye Cumhuriyeti, AB süreci ile birlikte iç dinamiklerinin de etkisiyle oligarşik karekterinden yavaş yavaş sıyrılarak, demokratik karektere geçiş aşamasını  sancılı bir şekilde yaşamaya devam ediyor.  Cumhuriyetin insan hakları açısından durumu nedir? Buna bakmak gerekir.

Bu Cumhuriyet anlayışı, Türk etnisitesine dayalı ve sunni İslam anlayışını uygulayarak kendisini devam ettirmeye çalışan tipik ideolojik bir ulus devlete dayanır. Bu anlayış 21. Yüzyılla birlikte daha fazla hak ihlaline sebep oluyor. Bunların başında ayrımcılık yasağı, din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, kültürel haklar, yaşam hakkı, işkence yasağı, örgütlenme özgürlüğü, kişi güvenliği, siyasal haklar, kimlik hakları, mahpus hakları gibi sıralayabileceğimiz bir çok temel insan hakkı ihlal edilmeye devam ediyor.

Cumhuriyetin demokratik karaktere kavuşması için farklı etnisiteleri, din ve dil gruplarını kabul eden yani çoğulculuğu esas alan bir Anayasayı yapması gerekir. Böylesi bir demokrasi anlayışında askeri vesayeti sonlandıran açıklık ilkesi uygulanır, yönetime katılmayı ve yerinden yönetimi güçlendiren katılımcılık ilkesi yaşama geçer. O halde, Türkiye’de hala ciddi bir demokrasi sorunu vardır. Demokrasi sorunu olan bu ülkede elbette insan hakları yeterli güvence altında değildir.

Devletin ve Hükümetin insan hakları politikasına bakmak gerekir. 11 Eylül süreci ile birlikte tüm dünyada egemen kılınmaya çalışılan güvenlik politikaları Türkiye ‘de de aktif bir şekilde uygulanmaya devam ediyor. İnsan haklarına bakış, tamamen güvenlik karakterlidir. İnsan haklarından sorumlu bakanın aynı zamanda güvenlik işlerinden de sorumlu olması bunun önemli göstergelerinden birisidir. Türkiye’de hala BM Paris Prensiplerine uygun bir ulusal insan hakları kurumu bulunmamaktadır. Bu hususla ilgili tasarı gizli hazırlanarak TBMM’ye gönderilmiştir. Burada insan hakları örgütleri ve insan hakları savunucuları olarak yaptığımız müdahaleler ne sonuç verecektir kestiremiyoruz. Türkiye’de ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik kurulu yoktur. Bununla ilgili çalışmalara katılım göstermemize rağmen, tasarının son halinin ne şekil alacağından endişeliyiz.

12 Eylül anayasası ile Cezasızlık politikası uygulanmış, AB sürecinde bu politika adeta bir kültür halini alarak yoluna devam etmiştir. İHD ve TİHV verileri bu politikanın maalesef uygulandığını ortaya koymaktadır. İşkence ve kötü muamele iddialarının etkili bir şekilde soruşturulmaması, soruşturmaların yeterince kovuşturmaya dönüşmemesi resmi rakamlarla kendisini göstermektedir. Her bir işkence ve kötü muamele davasına karşılık, güvenlik güçlerine mukavemet davalarının yetmiş yedi olması cezasızlığın bir göstergesi olmaktadır. Türkiye’nin acilen TBMM’de bekleyen İşkenceye Karşı Sözleşmenin Eki Seçmeli Protokolü onaylaması ve en kısa sürede ulusal önleme mekanizmasını oluşturması ve bu mekanizmaya insan hakları örgütlerini dahil etmesi gerekir. Cezasızlıkla baş etmede bu yöntem kesinlikle gereklidir. Hükümetin gündeminde olduğu belirtilen ve her ne kadar içeriğini bilmesek de polis-jandarma denetimi ile ilgili kanun tasarısının TBMM’ye sevk edilerek onaylanması önemli bir aşama olacaktır. Cezasızlıkla mücadelede soruşturmalardaki izin sistemi kaldırılmalı, Cumhuriyet savcılarına bağlı adli kolluk birimleri kurulmalıdır.

Cezasızlığın vardığı boyutu göstermesi açısından şu örnek verilebilir. İşkenceye sıfır tolerans diyen bir Başbakan, silahlı çatışmalarda öldürülen militan cesetlerine yapılan insanlık dışı müdahalelerle ilgili olarak bunu araştıracağına, acıları yarıştırmaya kalkmakta, kendisinden bekleneni savsaklamaktadır. İşte bu anlayış cezasızlıkla mücadelede en zor olanıdır.

Türkiye gibi yakın ve uzak geçmişinde çok sayıda insanlığa karşı suç işlenmiş ülkelerde yüzleşme sürecinin yaşanması bir zorunluluktur. Bu aynı zamanda cezasızlığın giderilmesine önemli katkılar sunan bir süreçtir. Yakın geçmişte yoğun ve yaygın faili meçhul cinayetler, zorla kaybetmeler, yargısız infazlar, zorunlu göç, toplu katliamlar gibi olayların faillerinin açığa çıkarılması ve ciddi bir yüzleşme süreci yaşanması gereklidir. Türkiye insan hakları hareketinin bu konuda üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi, adaleti araması gerektiği kanaatindeyim. Başka ülkelerdeki insanlığa karşı suçlara duyarlı olanların Türkiye’de olup bitenlere seyirci kalması ve bunun yaygın bir eleştiri konusu yapılmaması oldukça vahim bir durumdur. Her zaman ve her yerdeki insanlığa karşı suçlara karşı çıkmalı ve duyarlı olmalıyız.

Cezasızlıkla mücadelenin uluslar arası adalet boyutu da vardır. Bugün uluslar arası adalet günüdür. Soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı suçlarını yargılayacak ve daimi statüdeki Uluslar arası Ceza Mahkemesini kuran Roma Statüsü bugün kabul edilmiştir. Türkiye’nin de bu Statüye bir an önce taraf olması insan hakları savunucuları açısından mücadele edilmesi gereken bir konudur.

Bütün bu olumsuzluklara yargı yolu ile baskı uygulamalarını eklemek gerekir. Esasında düşünceyi ifade hakkını, basın özgürlüğünü kısıtlayan, insan hakları savunucuları başta olmak üzere gazeteciler, siyasetçiler, sendikacılar, öğrenciler, aydın ve yazarları baskı altına alan ceza mevzuatını ve kötü yargı uygulamalarını burada belirtmek gerekir. İHD, yargı yolu ile baskı uygulamalarına karşı mücadele etme kararı almış, “herkese ve her kesime özgürlük” temalı kampanya hazırlıklarına girişmiş durumdadır. Türkiye ceza mevzuatı şiddete başvuran ile başvurmayan arasında bir ayrım yapmamıştır. Şiddet araçlarını dışlayan insanların siyaset yolu ile mücadele etmelerinin önü bu mevzuatla kesilmiştir. Şiddetin devre dışı bırakılması için yargı yolu ile baskı politikasından vazgeçilmelidir. İfade özgürlüğü hakkının yerleşmesi, basının özgürce haber yapması hakkının güvence altına alınması, özgürlükçü yeni bir ceza mevzuatı yapmakla mümkündür. Özel mahkemeler sisteminin var olduğu Türkiye’de gerçek anlamda ifade özgürlüğünden bahsedilemez. Kanunla ihtilafa düşen çocuklara verilen inanılmaz cezalar ve Çocuk Hakları sözleşmesine aykırı yapılan yargılamalar, haksız ve uzun tutuklama pratikleri gibi sayabileceğimiz birçok husus bu mahkemelerin kaldırılmasının gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Ağır tutuklama rejiminin ortadan kaldırması, insan onuruna aykırı olmayan yeni bir ceza infaz sisteminin uygulanması gerekir. Toplumumuzun düşünen ve eleştiren kesiminin üzerindeki bu baskı çok önemli bir insan hakları ihlalidir.

Bugün, İHD İnsan Hakları akademisinin açılışını gerçekleştirdik. Ancak, aramızda bazı arkadaşlarımız yok. Genel Başkan Yardımcımız Muharrem Erbey, Siirt Şube başkanımız Veta Aydın, Diyarbakır, Aydın, Mardin, Rize Şube yöneticilerimizden altı  arkadaşımız daha cezaevinde. Türkiye BM insan Hakları Savunucularının Korunması Bildirgesine uymalıdır. Bu bildirgenin 2004 yılında bir genelge olarak duyurulmasına karşın uygulanmaması tipik bir Türkiye gerçekliğidir. İşte, Türkiye deki önemli sorunlardan birisi de budur. Hükümet-sivil toplum diyalogu hükümetin işine geldiği zaman kullanılmaktadır. İnsan hakları savunucuları ise sevilmemeye devam etmektedir. İnsan hakları savunucularının korunması sorunu Türkiye insan hakları hareketi açısından önemli bir mücadele alanı olmalıdır.

Bugün burada Kürt sorunundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Kürt sorunu Türkiye’nin en önemli sorunudur. Mutlaka demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülmelidir. Hükümetin başlattığı süreci devam ettirememesi üzücüdür. Tekrardan şiddetten medet umulması ürkütücüdür. Yakın geçmişte, devletin hukuk dışına çıkışının neye ve nelere mal olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’nin yeniden aynı süreci yaşamaya tahammülü yoktur. Kalıcı bir çatışmasızlık ortamı yaratılmalı ve sorunun TBMM çatısı altında siyaset yapılarak çözülmesi hepimizin arzusudur. Kürt sorununda şiddetin tırmanması,  uluslar arası silahlı çatışma hukukunun uygulanmasını beraberinde getirecektir. Yakın geçmişte bu hukukun görmezden gelinmesinin sonuçları ağır hak ihlalleri olmuştur. İnsan hakları savunucuları yaşanan ağır hak ihlallerine kesinlikle seyirci kalmayacaklardır. Ülkemiz savaş rantçılarına teslim olmamalıdır. Değişik dönemlerde kamuoyuna yaptığımız açıklamalarımızda sorunun nasıl çözülebileceğini ifade etmiştik. Bu sorun demokrasinin çoğulculuk, açıklık ve katılımcılık ilkelerine bağlı olarak rahatlıkla çözülebilir. Bu sorunun çözüm sürecinde, insan hakları savunucularının barış mücadelesi ve barış kültürü oluşturma çabaları devam edecektir.

Türkiye tüm sorunlarını ancak ve ancak insan haklarına dayalı yeni ve demokratik bir Anayasa ile çözebilir. İHD’nin yeni ve demokratik anayasa talebi 24 yıldır tazeliğini korumaktadır.

İnsan hakları savunucuları yeni liberalizmin neden olduğu ekonomik ve sosyal haklardaki ihlalin bilincindedir. Yoksullukla mücadele bir haktır. Yoksulluk bizatihi bir hak ihlalidir.

Konuşmama son verirken, demokratik Türkiye’de hep birlikte onurlu bir şekilde yaşayacağımıza olan inancımı ve kararlılığımızı ifade etmek isterim.

İHD’nin 24. yılını ve TİHV’in 20. Yılını kutlar, İHD İnsan Hakları Akademisinin insan hakları ortamına katkı sunması dileğimle, hepinizi saygı ile selamlarım.

Öztürk Türkdoğan
İHD Genel Başkanı

Bir cevap yazın