“İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü”

İşkence, önlenmesi için sürdürülen yoğun uğraşılara, oluşturulan onlarca uluslararası belge, sözleşme ve örgütlenmeye, insan hakları hukuku ve demokrasinin gösterdiği gelişmeye karşın maalesef günümüzde birçok ülkede, bilgi almak, cezalandırmak veya otoriteyi tesis etmek için yada ayrımcılığa dayanan herhangi bir sebeple resmi görevlilerce kasıtlı olarak gerçekleştirilen sistematik bir uygulamadır.

Asıl acı olan bu gerçekliğin yeterince bilinmemesi, bilinse bile konuşulmamasıdır. İşkencenin doğrudan ve dolaylı savunucuları, Sartre’ın ifadeleri ile söylersek; “Bizi, çürüten bir bilmezliğin içinde tutarak suç ortaklarına çevirmek istiyorlar”. İşte insanlığın bu bilmezlik/konuşmazlık halinden sıyrılabilmesi ve işkenceye karşı küresel bir duyarlığın oluşabilmesi için Birleşmiş Milletler, 26 Haziran gününü 1997 yılında “İşkenceye Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü” olarak ilan etti.

Bu vesileyle yıllardır işkenceye karşı mücadele yürüten; işkence görenlerin ruhsal ve fiziksel yönden tedavi ve rehabilitasyonlarını gerçekleştiren insan hakları örgütleri olarak dünyada ve ülkemizdeki işkence gerçeğine ilişkin değerlendirmelerimizi bir kez daha kamuoyu ile paylaşmak istiyoruz.

Dünyada İşkence
Uluslararası insan hakları örgütlerinin verilerine göre halen 150’den fazla ülkede işkence ve kötü muamele uygulamaları sürmektedir. Onlarca ülkede ise işkence uygulamaları ölümle sonuçlanmaktadır. Uluslararası veriler, işkencenin sadece askeri diktatörlüklerde ve otoriter rejimlerde değil “demokratik” ülkelerde de uygulandığını ortaya koymaktadır.

Özellikle, 11 Eylül 2001 sonrasında kendi çıkar ve güvenlik sorunlarının stratejik bir öncelik olarak gören, başta ABD ve İngiltere olmak üzere en gelişmiş belli başlı ülkeler tüm dünyayı bir savaş ve çatışma sürecine sokmuşlardır. Bu süreçte “teröre karşı güvenlik” (!) gerekçesinden hareketle çok ciddi insan hakları ihlallerinin yanı sıra işkenceyi yaygınlaştıran, meşrulaştıran, işkencecileri koruyan tutum ve politikalar geliştirilmektedir.

Nitekim ABD yönetimi, altında ülkesinin de imzası bulunan “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”nin 2. maddesinde yer alan “Ne savaş, ne iç istikrarsızlık koşulları, ne de başka herhangi bir olağanüstü durum işkenceyi haklı çıkaran bir gerekçe olamaz” hükmünü hiçe sayarak “terörizme karşı verilen savaşta ve ulusal güvenliğin tehdit altında olduğu durumlarda” bu sözleşmeyi devre dışı bırakabileceğini savunabilmektedir. Öte yandan “özgürlük mü güvenlik mi?” ikilemine sokulan dünya halkları bu meşrulaştırma politikaları karşısında sesiz kalmaya, hatta onay vermeye zorlanmaktadır.

Bugün Afganistan’dan ve Irak hapishanelerine, Guantanamo’dan CIA’nın özel sorgu uçaklarına, taşeron ülkelerdeki gizli işkence merkezlerine kadar bir çok yerde tutuklulara işkence yapıldığı BM, Avrupa Konseyi ve uluslararası insan hakları örgütlerinin hazırladığı raporlar ile belgelenmiştir.

İşkencenin bu denli yaygın ve sürekliliğini koruyan bir olgu olmasının en önemli nedeni, işkence yapan kişilerin birçok ülkede otoritelerce korunarak cezasız bırakılmasıdır. Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri ABD Hükümeti’nin yukarıda sıralanan işkence olayları nedeniyle aldığı yoğun eleştirilere rağmen sadece alt düzeyde bir kaç askeri yargılamanın ötesinde asıl sorumlulara yönelik hiçbir girişimde bulunmamış olmasıdır. Yine Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne karşı ABD’ni yürüttüğü geniş ve derin bir kampanya bunun bir başka örneğidir: ABD, ekonomik ve siyasi yaptırım gücünü kullanarak yaptığı ikili anlaşmalarla, askerlerinin ülke dışında işlediği suçlar nedeniyle yargılama yetkisinin sadece kendi mahkemelerinde kalmasını sağlayarak cezasızlığı bir anlamda garantilemektedir.

Öte yandan işkence yöntemlerini geliştirmek üzere tüm dünyada bilim ve teknolojiden, bilhassa da tıbbın ve psikiyatrinin olanaklarından sonuna kadar yararlanılmakta; işkence eğitimi, aletlerinin üretimi ve ticareti ise legal bir sektör haline getirilmektedir.

Türkiye’de İşkence
Önceki yıllarda Avrupa Birliğine üyelik süreci çerçevesinde yapılan “reformlar” ile filizlenen umutlar, başta geçen yıl kabul edilen Terörle Mücadele Yasası (TMY) ve kısa bir süre önce Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nda yapılan değişiklik olmak üzere çeşitli biçimlerde atılan geriye dönük adımlar ile yerini yine endişe ve kaygıya terk etmiştir.

Gerçi söz konusu “reform”ların da adeta “ev ödevi” anlayışı ile yapıldığı, hem içerik bakımından yetersiz olduğu, hem de “devlet aklı”nda köklü bir değişime yol açmadığı, uygulamaya da yeterince yansımadığı unutulmamalıdır.

Son birbuçuk yılda ki gelişmeler; özellikle de bu yıl Nevroz ve 1 Mayıs kutlamaları sırasında güvenlik güçlerinin göstericilere yönelik tutumları ve nihayetinde e-muhtıralarda barış, insan hakları ve demokratikleşme çabalarının “terörü destekleme” olarak nitelenmesi AB’ye üyelik sürecinin de etkisiyle ülkede başlatılan “demokratikleşme” projesine son verildiğini, bu bağlamda da “işkenceye sıfır tolerans” anlayışından “işkenceciye tolerans” noktasına gelindiğini göstermektedir.

Aşağıda aktaracağımız bazı veriler Türkiye’deki işkence gerçeğinin boyutları, yapacağımız değerlendirmeler ise işkenceye zemin hazırlayan yasal, yargısal ve idari sorunların belli başlıları hakkında bir fikir verecektir.

Ancak, sayısal veriler işkence olgusunun sadece bizim tarafımızdan saptanabilen yanını göstermekte, işkencenin gerçek boyutunu yansıtmamaktadır. Buna göre;

* 1990-2006 yılları arasında işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı için TİHV’e toplam 10.786 kişi başvurmuş ve tedavi görmüştür.
* TİHV’e 2006 yılında başvuran 337 kişinin 222’i, 2007 yılının ilk beş ayında başvuran 238 kişinin 152’si aynı yıl içinde işkence görmüştür.
* İHD’nin verilerine göre 2006 yılı içinde 708 kişi işkence görmüştür.
* 2007 Haziran ayında 2 kişi Çanakkale ve İzmir’de gözaltı sırasında, 1 kişi de İstanbul’da gözaltına alındıktan iki gün sonra tutuklanıp götürüldüğü cezaevinde yaşamını yitirmiştir. 

Güvenlik güçlerinin gösterilerde bilerek gözaltına almadan doğrudan yaygın ve sistemli şiddet uygulamalarında son yıllarda görülen belirgin artış, 2007 yılının ilk beş ayında da sürmüştür. Kolluk güçlerinin, barışçıl gösterilerde orantısız güç ve şiddet kullanımı 1 Mayıs’ta İstanbul’da en üst noktaya çıkmıştır.

Özellikle oldukça tasarlanmış görünümdeki “kaçırılmalar” da yaşanan işkence örneklerinin önceki yıllarda olduğu 2007 yılında da görülmesi dikkat çekicidir. Bu tür olaylar yetkililer tarafından kabul edilmediği için işkence iddialarının soruşturulması ve sorumluların cezalandırılması mümkün olamamaktadır.

Cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülere yönelik gerçekleşen işkence ve kötü muamele iddiaları 2007’de de sürmüştür. Özellikle F-tipi cezaevlerinde izolasyon uygulamaları tüm ağırlığı ile devam etmektedir. 2007 Ocak ayı sonunda F-tipi cezaevlerindeki koşuların iyileştirilmesine yönelik söz verilen hususlarda henüz olumlu hiçbir gelişme kaydedilmemiştir.

Yasal ve İdari Düzenlemeler
Türkiye’de işkenceye zemin hazırlayan yasal, yargısal ve idari sorunlara gelince;

İlk göze çarpan kolluk görevlilerinin gözaltı prosedürünü kurallara uygun biçimde işletmemesidir. Uluslararası hukuk, özgürlüğü sınırlanan herhangi bir kişinin, hakkında suçlama bulunsun ya da bulunmasın, bir avukata gecikmesiz ve kısıtlanmamış erişim hakkı olduğunu, kişinin avukatıyla serbestçe, bölünmeden veya sansüre uğramadan, tam bir gizlilik içinde görüşebilmesinin güvence altına alınması gerektiğini belirtir.

Bu hak ve güvenceler, özellikle işkencenin doğru ve etkili bir biçimde belgelenmesi ve soruşturulması için temel bir öneme sahiptir.

Oysa, ülkemizdeki uygulamada gözaltındaki kişilere hakları konusunda yeterli bilgi verilmemekte, haklar ya kullandırılmamakta yada ifade alma işleminin bitmesine kadar ertelenmektedir.

Yakınlara derhal haber verme kuralı işletilmemekte, kişinin görüşmek istemediği iddia edilerek başkaca kanıt gösterilmeksizin avukat ile görüşmesi engellenmekte yada avukat ile uygun bir ortamda görüşmesi sağlanmamaktadır.

Uygulamadaki bu aksaklıklar yetmiyormuş gibi yeni TMY ile şüphelilerin gözaltında avukat erişimine çeşitli kısıtlamalar getirilmiştir. Buna göre, gözaltına alınan şüpheli kişi ancak bir avukatın hukuki yardımından yararlanabilecek ve bu yardım ilk 24 saatte yasaklanabilecektir. Ayrıca yine Yasaya göre gözaltındaki şüpheli kişi, gerektiğinde hakim kararıyla bir görevlinin hazır bulundurulması yoluyla avukatıyla -gizlilik ilkesine aykırı olarak- “denetimli görüşme” yapmak zorundadır.

İşkencenin Cezasızlığı
İşkence iddiaları karşısında hazırlık soruşturmalarının kolluk görevlileri eliyle yürütme alışkanlığı devam etmektedir. Soruşturma sırasında kolluk görevlileri çoğu kez, gerekli işlemleri yapmamakta, delilleri toplamamaktadır. Savcılar, çoğunlukla öne sürülen işkence iddialarını yada dosyada varolan delilleri dikkate alarak işlem yapmamakta, ayrıca yazılı başvuru istemektedir.

Mahkemeler ise, yargılama sırasında işkence iddiası yada bulgusu ile karşılaştıklarında, olaya ilgisiz kalmakta, işkence ile ilgili olarak savcılıklara suç duyurusunda bulunma gereği duymamaktadırlar. Tüm bunlar işkencecilerin cezasız kalması sonucunu doğurmaktadır.

İşledikleri işkence suçu nedeniyle haklarında dava açılan kolluk görevlilerine yapılan adli yardım da cezasızlığı teşvik edici bir rol oynamaktadır. Hatta bu yardım, yeni TMY de görevlilerin kendi belirledikleri avukatları da içine alacak biçimde genişletilmiştir. Ayrıca yeni TMY, terörle mücadele görevlilerine bu görevlerinin yerine getirilmesi sırasında işledikleri suçlar nedeniyle “tutuksuz yargılanma” güvencesi de getirmektedir.

Uzun zamana yayılan yargılamalar, mevzuatın uygulanmasında ve yorumunda adli makamların adil davranma sorumluluklarını yerine getirmemesi, işkence faillerinin cezasız kalmasının bir başka nedenidir.

Ayrıca geçen yıl kabul edilen 5525 sayılı sicil affı yasası uyarınca işkence ve kötü muamele suçlarından dolayı hakkında idari soruşturma açılan ve disiplin cezasına çarptırılan kamu görevlilerinin cezaları tamamen silinmiştir.

İşkencenin tespit ve belgelendirilmesine yönelik tıbbi raporlandırmalar, hala eksik ve yetersiz yada yanlış olabilmektedir ki, bu da bir başka cezasızlık olgusudur. İşkence iddialarının kanıtlanmasında fiziksel bulgular kadar ruhsal bulgular da eşit öneme sahiptir. Rapor veren tıbbi personel, işkencenin fiziksel ve ruhsal izlerini tespit etme olanağı veren adli tıp teknikleri konusunda maalesef yeterli eğitim ve donanıma sahip değildir. Ayrıca, gözaltı öncesi ve sonrasında yada cezaevine getirilişleri sırasında kişileri muayene etmekle görevli tıbbi personelin İçişleri ve Adalet Bakanlıklarına bağlı olarak çalışması, herhangi bir baskı görmeden objektif ve bilimsel değerlendirme yapmaları yönünde büyük bir engel oluşturmaktadır

Adli Tıp Kurumu’nun özerk ve bağımsız olmaması, kurumun güvenilirliğini zedeleyici bir rol oynamaktadır. Özellikle işkence gibi faillerinin devlet görevlileri olduğu durumlarda, suçun belgelenmesi zorlaşmaktadır. İşkence bulgusunu belgeleyecek hekimler, kolluk güçlerinin olduğu kadar idarenin baskısına maruz kalabilmekte, tehdit edilebilmektedir. Bu da işkence bulgularının belgelenmemesine dolaylı olarak da faillerin cezasız kalmasına neden olmaktadır.

Sonuç Olarak
Bugün Türkiye’de işkence, sistematik bir olgu olarak gerçekliğini korumaktadır. Her cinsten, her yaştan, her meslekten insan bir suçlamaya maruz kalsın yada kalmasın her an işkence görebilir. İşkencenin önlenmesi için sadece uluslararası sözleşmelerin onaylanması ve iç hukukta da bazı yasa ve genelgelerin çıkarılması yeterli değildir. Söz konusu sözleşme ve yasaların içeriğinin doğru şekilde uygulanabilmesi için diğer yasal, yargısal, idari ve eğitsel tedbirlerin alınması gerekmektedir. Örneğin; işkence ve kötü muamele iddialarının soruşturulması için bir şikayet yapılması beklenmemeli, bu konuda yeterli şüphe olması durumunda re’sen kovuşturma başlatılmalıdır. Görev ve özlük hakları bakımından Cumhuriyet Savcısına bağlı çalışacak adli kolluk oluşturulmalıdır.

İşkence konusunda şikayette bulunan kişiye, işkencenin fiziksel ve ruhsal izlerinin saptanabilmesi için Birleşmiş Milletler tarafından kabul gören İstanbul Protokolü prosedürü uygulanmalıdır. İşkencenin önlenmesinde çok önemli bir rolü olan etkin denetim mekanizmalarının geliştirilmesine olanak veren BM İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’ne Ek Protokol (OPCAT) Türkiye tarafından onaylanmalı ve uygulanmalıdır. Cezasızlığa yol açan tüm yasa, genelge ve yönetmelikler gözden geçirilerek bir bütünlük ve tutarlılık içinde değiştirilmelidir. Yapılan yasal iyileştirmelerin uygulanabilmesi için uygulayıcılara gerekli eğitim verilmeli, etkin denetim sağlanmalıdır.

Bu listeyi daha da genişletmek mümkün. Ama hepsinden önemlisi zihniyetin değişmesidir.

Buna karşın kurumlarımız, bir tek kişinin bile işkence veya kötü muameleye maruz kalmadığı ve artık işkencenin kimse tarafından bir güç aracı olarak görülmediği bir Türkiye ve dünya idealini ısrarla koruyarak, bunun genel kabul görmesi yönünde tüm olanakları ile mücadeleye devam edecektir. Bu bağlamda “26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma Gününde işkence mağdurlarıyla dayanışma duygularımızı bir kez daha yineliyor, herkesi işkence gerçeği karşısında duyarlı olmaya ve işkencesiz bir dünya için mücadele etmeye çağırıyoruz.

  

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ   TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI 
 Genel Başkanı   Başkanı
  Hüsnü Öndül    Yavuz Önen 

   

Bir cevap yazın