Türkiye’de transların yaşam hakkına ve temel haklarına yönelen sistematik saldırıları görünür kılmak açısından kritik bir tarihsel hatırlatma işlevi görmektedir. Translar, yalnızca cinsiyet kimlikleri nedeniyle öldürülmekte, ağır şiddete uğramakta, barınma ve sağlık hakkından mahrum bırakılmakta, yapısal dışlanma sonucu intihara sürüklenmektedir. Bu tablo, devlet politikaları, yargı pratiği ve nefret söylemiyle beslenen kurumsal bir ayrımcılık rejiminin sonucudur.
Translara yönelen nefret, yalnızca güncel politik tercihlerden ibaret olmayıp kurucu resmi ideolojinin erkekliği, heteronormatif aileyi ve tekçi yurttaş tasavvurunu merkeze alan anlayışının bugüne taşınmış bir sonucu olarak karşımızda durmakta; bedenleri, cinsiyet kimlikleri ve yaşam pratikleri bu kalıba sığmayan herkes rejimin “makbul yurttaş” tanımının dışında bırakılarak kriminalize edilmekte, gayrimeşru ilan edilmekte ve şiddete açık hedefler haline getirilmektedir.
Bu coğrafyada nefret cinayetlerinde yaşamını yitiren trans kadınların isimlerini kayda geçirmek, hem bir anma hem de bir hakikat beyanıdır: Hande Kader, Dora Özer, Çağla Joker, Hande Buse Şeker, Esra Ateş, İrem Okan, Dilek İnce, Sudenaz U. Ecem Seçkin, Adana’da öldürülen mülteci trans kadın M.E. ve daha niceleri… Bu liste dahi yalnızca kamuoyuna yansıyabilen birkaç isme işaret ediyor; adını bilmediğimiz, haberlere hiç yansımayan, kayda geçirilmeyen sayısız trans kadının ve transın yaşam hakkının da gasp edildiğini biliyoruz. İsimlerini tek tek sayamasak da, her birinin anısını, bu topraklarda bıraktıkları direnişi ve hak mücadelesini selamlıyoruz. Edirne’de “Bize yaşam hakkı vermiyorlar” diyerek canlı yayında yaşamına son vermeye sürüklenen Helin (Kayra) başta olmak üzere, intiharla sonuçlanan sayısız vakayı da bu nefret ikliminden bağımsız ele almak mümkün değildir. Bu ölümler, sistematik ayrımcılığın ve dışlayıcı kamu politikalarının öngörülebilir sonuçlarıdır.
Son yıllarda özellikle büyükşehirlerde trans kadınların ikamet ettiği konutlara yönelik “fuhuşla mücadele” gerekçesiyle uygulanan ev mühürlemeleri, barınma hakkına yönelik ağır ve keyfi bir müdahaledir. İdari kararlarla transların yaşadıkları evlerin mühürlenmesi, fiilen bu kişilerin ilgili mahallelerden ve şehirlerden dışlanması anlamına gelmektedir. Bu uygulamalar, Anayasa’da güvence altına alınan konut dokunulmazlığı, kişi güvenliği ve eşitlik ilkesiyle açıkça çelişmektedir. Bu sosyal mühendislik pratiğini bu coğrafyada kimi zaman farklı inanç gruplarına, kimi zaman Kürtlere, Alevilere, Romanlara ve yoksul mahallelere yönelik zorunlu iskân, kentsel dönüşüm ve güvenlikçi politikalar üzerinden de gördük; bugün transların maruz bırakıldığı uygulamalardan bu tarihsel pratiği çok iyi tanıyoruz.
Sağlık hakkı açısından da benzer bir ihlal zinciri söz konusudur. Cinsiyet uyum sürecinin asli bileşeni olan hormon tedavisine getirilen yaş sınırlamaları, ağır bürokratik koşullar, e-reçete zorunluluğu, ilaç yoklukları ve fahiş fiyatlar; transların sağlık hizmetlerine eşit ve erişilebilir biçimde ulaşmasını fiilen imkânsızlaştırmaktadır. Bu durum, kişinin bedensel özerkliği, ruh sağlığı ve yaşam hakkıyla doğrudan ilişkili bir insan hakları sorunudur. Sağlık hakkının, cinsiyet kimliği temelinde daraltılması veya fiilen engellenmesi, ulusal ve uluslararası insan hakları normlarına açık aykırılık teşkil etmektedir.
Translara yönelik nefret suçlarının sürmesinde, etkili ve caydırıcı olmayan yargısal uygulamalar belirleyici rol oynamaktadır. Trans cinayetlerinde faillerin korunmasına yol açan değerlendirmeler, soruşturmaların derinleştirilmemesi, delil toplamada özensizlik ve yargı süreçlerindeki ayrımcı yaklaşım; devletin transların yaşam hakkını koruma yönündeki pozitif yükümlülüklerini yerine getirmediğini göstermektedir. Bu tablo, failler için fiili bir teşvik, mağdurlar ve yakınları için ise ikinci bir hak ihlali niteliği taşımaktadır.
Bu tabloyu tamamlayan unsur, siyasal iktidar ve bazı kamu otoriteleri tarafından sistemli biçimde üretilen LGBTİ+ karşıtı söylemdir. Transları ve LGBTİ+’ları “sapıklık”, “tehdit” veya “aileye saldırı” kavramlarıyla özdeşleştiren beyanlar; medyada yeniden üretilen nefret dili; barışçıl toplantı ve gösteri hakkının sistematik olarak engellenmesi, transları toplumsal hedef haline getirmekte ve nefret suçlarının zeminini kurumsallaştırmaktadır. Bu söylemi üreten her aktör, ortaya çıkan şiddet ve nefret suçlarının sorumluluğuna dahildir.
İnsan Hakları Derneği olarak bir kez daha vurguluyoruz: Trans hakları, tartışmaya açık bir “görüş” değil, devlete pozitif yükümlülükler yükleyen evrensel insan haklarıdır. Bu çerçevede, nefret suçlarının Türk Ceza Kanunu’nda açık ve kapsayıcı biçimde tanımlanmasını ve cinsiyet kimliği temelli saldırıların etkili biçimde soruşturulmasını; translara yönelik cinayet ve saldırı dosyalarında failleri koruyan ve cezaları fiilen hafifleten yargısal yaklaşımlardan vazgeçilmesini; ev mühürlemeleri ve benzeri barınma hakkını ihlal eden idari uygulamaların derhal durdurulmasını; hormon tedavisi ve ilgili sağlık hizmetlerine erişimin önündeki idari, ekonomik ve fiili engellerin kaldırılmasını; siyasal iktidarın ve kamu otoritelerinin LGBTİ+ karşıtı nefret söylemini terk ederek hak temelli, eşitlikçi bir dil benimsemesini talep ediyoruz.
Kamuoyuna çağrımız açıktır: Bu nefret rejimi karşısında tarafsız kalmak mümkün değildir. Her “sessizlik” ve “tarafsızlık” pozisyonu, transların hayatına mal olan politikaların kendini yeniden üretmesine hizmet etmektedir. Transların onuruna, yaşam hakkına ve eşit yurttaşlık talebine sahip çıkmak; bugün Türkiye’de demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları mücadelesinin asli parçasıdır. Bu nedenle baroları, meslek örgütlerini, sendikaları, kadın örgütlerini, siyasi partileri ve tüm demokratik kitle örgütlerini yalnızca dayanışma beyan etmeye değil, hayatın her alanında translarla birlikte mücadeleyi büyütmeye çağırıyoruz; transların yanında konumlanmak, herkes için daha adil, daha özgür ve daha eşit bir toplumdan yana açık bir irade beyanıdır.
İnsan Hakları Derneği
Genel Merkez LGBTİ+ Komisyonu



