İnsan Hakları Derneği’nin 22.Olağan Genel Kurulu’nu yaptığımız bugünde bizleri yalnız bırakmayan tüm dostlarımızı ve her koşulda insan hak ve özgürlüklerini savunan İHD li arkadaşlarımı saygı ve sevgi ile selamlıyorum Hepimizin bildiği gibi İnsan Hakları Derneği 12 Eylül’ün zorlu koşullarında kuruldu. Askeri darbenin her hakkı, her kurumu yasakladığı günlerde insan hakları savunucuları özellikle hapishanelerde yaşanan ağır insan hakları ihlalleri ve idam cezası tehditleri ile hak gasplarına karşı 98 insan hakları savunucusu tarafından 17 Temmuz 1986 tarihinde derneğimizi kurdular. Tek ve belirgin amacı “İnsan Hak ve Özgürlükleri Konusunda Çalışmalar Yapmak” olan derneğimiz her koşulda bu ilkeden taviz vermeden çalışmalarını sürdürdü.
Kuruluşumuzdan itibaren resmî ideolojinin tekçi yapısına karşı çoğulculuğu, eşit yurttaşlığı ve barışı savunduk. Coğrafyamızın çok kimlikli, çok kültürlü yapısını reddeden, yalnızca belirli bir kimliği ve inancı merkeze alan anlayışa karşı çıktık. Ermeni Soykırımı’ndan Kürt meselesine, kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik şiddetten işçilerin hak mücadelesine, Alevilerin eşit yurttaşlık talebine, mülteci ve göçmen haklarına, doğanın ve çevrenin tahribine kadar her alanda resmî ideolojinin tüm kırmızı çizgilerini eleştirmekten ve insan hakları temelli önerilerimizi yapmaktan geri durmadık. İnsan hakları mücadelesinde kaybettiğimiz tüm arkadaşlarımızı da hiçbir zaman unutmadık. Bu vesile ile hatırlatmak isterim ki; İHD üye ve yöneticisi 26 arkadaşımız “faili meçhul” cinayetler sonucu hayatını kaybetti. Yine 98 İHD kurucusunun maalesef 40 kişisi şu an aramızda değiller Mücadelemizi hep yitirdiğimiz arkadaşlarımıza karşı borcumuz olarak tanımladık. Bu vesile ile Didar Şensoy, Vedat Aydın ve bu çalışma dönemimizde kaybettiğimiz Hüsnü Öndül arkadaşlarımız şahsında yitirdiğimiz tüm arkadaşlarımızı bir kez daha sevgi ve minnetle anıyoruz.
Türkiye’de demokrasi ve insan hakları alanındaki dramatik gerileme ile ilgili söylenebilecek çok şey var.
İfade özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz. İfade özgürlüğü demokrasinin temelidir. Demokrasiye giden yolun açılabilmesi için ifade özgürlüğünün mutlaka sağlanması gerekir.
Geçtiğimiz iki yıl, her daim olduğu gibi insan hakları savunucuları açısından olağanüstü zorlu bir dönem olmuştur. İfade özgürlüğü sistematik biçimde bastırılmış, medya üzerindeki baskılar ağırlaşmış, toplantı ve gösteri hakkı keyfi biçimde engellenmiştir. Hapishanelerde hasta mahpuslar yaşam hakkı ihlali boyutuna varan koşullarda tutulmaya devam edilmiş; idare ve gözlem kurulları eliyle tahliyeler engellenmiş, Kuyu Tipi hapishanelerde ağır insan hakları ihlalleri sürmüş, hiç olmadığı kadar yargı mekanizması araçsallaştırılmıştır.
Yargı bağımsızlığının ortadan kalktığı, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının tanınmadığı bir dönemdeyiz. Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Osman Kavala ve Can Atalay hakkında verilen bağlayıcı kararların uygulanmaması, hukukun üstünlüğü ilkesinin açık ihlalidir. Aynı şekilde baştan beri yargı aracılığıyla siyasal bir intikam davası olduğu bilinen Gezi Davası’nda Osman Kavala, Can Atalay, Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman ve Mine Özerden’e verilen cezaların Yargıtay tarafından onaylanması, Türkiye’de yargının sadece siyasi bir cezalandırma mekanizması olarak işlediğinin ve tüm hukuki zeminlerini terk ettiğinin ilanıdır.
Bu durum, yalnızca bireysel özgürlüklerin değil, aynı zamanda Anayasa’nın bütünlüğünün de fiilen askıya alınması anlamına gelmektedir.
Kuvvetler ayrılığı ilkesinin önemi kendisini bağımsız ve tarafsız yargıda gösterir. Hukukun üstünlüğü ilkesine uygun bir yargı yapılanması olmadan adaletin yerini bulması mümkün değildir. Siyasi iktidar 2019 yılında açıkladığı yargı reformu stratejisinin tam tersi istikamette düzenlemeler yapmış, gelinen aşamada on birincisi hazırlanan yargı reformu paketleriyle baskıcı ve otoriter yönetimi pekiştirecek düzenlemeler hayata geçirilmiştir.
Cezasızlık politikası nedeniyle; faili meçhul cinayetler, köy yakmalar ve gözaltında zorla kaybetmeler konusunda açılmış davaların zamanaşımı ve cezasızlıkla sonuçlandırılması; cezasızlığın failleri korumaya ve cesaretlendirmeye yönelik bir politikaya dönüştüğünü göstermektedir. Vartinis Köyü Öğüt Ailesi Katliamı, Ankara Jitem Ana Davası, Roboski Katliamı Davası,Cizre Bodrumları Davası, Hrant Dink Davası, Musa Anter cinayeti davası ve 12 Haziran 2024 tarihinde görülen Tahir Elçi Cinayeti Davası bu cezasızlık politikasının örneklerini teşkil etmektedir. Cezasızlık politikasına son verilerek etkili, kapsamlı ve bağımsız idari ve adli soruşturmalar yürütülmelidir.
Yerel demokrasi alanında da halkın iradesi kayyum atamalarıyla gasp edilmektedir. DBP ve HDP’li belediye eş başkanlarının görevden alınması ve yerlerine kayyım atanması politikası 2016 yılında başlamış, 2019 yılında da bu politika sürdürülmüştür 31 Mart 2024 tarihinde yapılan yerel seçimlerden sonra da siyasal iktidar Kürt Şehirlerinde seçmen iradesine rağmen kayyım politikalarında ısrar edeceğini Hakkâri Belediyesine atadığı kayyım ile ortaya koymuştur. Devamında bu politika CHP li belediye başkanlıklarına uzanmış ve halen kayyım politikası devam etmektedir. Sadece bu dönemde 13 belediye başkanlıklarına Kayyım Ataması yapılmıştır.
DEM Parti ve CHP’li belediyelere yönelik tutuklamalar, görevden almalar ve siyasi operasyonlar, seçme ve seçilme hakkının yok sayılması anlamına gelmektedir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu dahil CHP’li 16 belediye başkanı siyasi motivasyonla hazırlandığı açık olan soruşturmalar kapsamında tutuklanmıştır. Sol, Sosyalist Partilere, basın kuruluşları, gazeteciler ve muhalif kimliği ile bilinen herkese yönelik siyasi operasyonlar hız kesmeden devam etmektedir. Bu tablo, demokratik toplumun temeli olan eşit yurttaşlık ve temsil ilkelerine ağır bir darbe vurmaktadır.
Siyasi iktidar, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin bastırılmasına rağmen ilan ettiği OHAL’i 2 yıl uygulamış ardından 7145 sayılı yasa ile 31 Temmuz 2018 tarihinden itibaren OHAL’i adeta 3 yıllığına uzatmıştır. OHAL sürecinde KHK’larla işinden ihraç edilenlerin yaşadığı çalışma hakkı, sağlık hakkı, seyahat hakkı vb. ile ilgili sorunlar devam etmektedir.
Türkiye’de yürürlükteki mevzuat, demokratik bir toplumun gerekleriyle bağdaşmamaktadır. Terörle Mücadele Kanunu, 2911 sayılı kanun, Türk Ceza Kanunu ve Ceza İnfaz Kanunu’nda yer alan antidemokratik ve ayrımcı hükümler; düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin önündeki en büyük engellerdir. 3713 sayılı TMK’nın yürürlükte kalması, hukukun genel ilkeleriyle bağdaşmayan bir cezalandırma rejimini kalıcı hale getirmiştir.
Türkiye’nin en önemli demokrasi ve insan hakları sorunlarının başında Kürt Meselesinin çözümü gelmektedir.
Bu dönemde İHD, demokratikleşme ve barışın önünü açacak yapısal dönüşümlere daha fazla odaklanmıştır. 1 Ekim 2024 tarihinde başlamış olan Kürt Meselesinin demokratik yollardan çözümü ihtimalini barışın toplumsallaşması ve kalıcı bir barışın inşası, hakikat, adalet ve yüzleşme fırsatı olarak değerlendirmiş ve bu konuda yoğun çalışmalar yürütülmüştür. Bu süreçte tarihsel adımlar olarak değerlendirilen 11 Temmuz 2025’te düzenlenen silahların yakılarak imha edilmesi törenine derneğimiz adına tanıklık edilmiş, bu törende derneğimizin de içinde bulunduğu 3 sivil toplum örgütüne verilen silah envanteri ve silahları yakan militan bilgileri, Barışın İnşasında sivil toplumun önemini bir kez daha teyit etmiştir. TBMM de kurulan Çözüm Komisyonuna da 20 Ağustos 2025 günlü oturumda derneğimizin Barışın İnşası ve sürecin sağlıklı ilerlemesi için geçmişten beri ortaya koyduğu görüşleri bir kez daha komisyona aktarılmıştır.
Devamında da toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla, yeni bir anayasanın hazırlanması ihtiyacı, eşit yurttaşlık, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, toplumsal cinsiyet eşitliği, düşünce, ifade ve örgütlenme hakkı ve yerinden yönetim ilkeleri temelinde İHD görüş ve önerileri kamuoyuyla paylaşılmıştır. Barış yalnızca silahların susmasıyla değil, adaletin ve eşitliğin tesisiyle mümkündür. Kalıcı barış için yüzleşme, hakikat ve onarım mekanizmaları hayata geçirilmeli; mağdurların adalet arayışına kulak verilmelidir. Barışın inşası sürecinde sivil toplumun, kadınların, inanç örgütlerinin, LGBTİ+ ların ve farklı kimliklerin etkin katılımı güvence altına alınmalıdır.
Türkiye’nin demokratikleşebilmesi için demokrasi ve insan hakları sorunlarını gerçek bir çatışma çözüm süreci ile çözmesi ve geçmişi ile yüzleşmesi gerekmektedir.
Cumhuriyet’in yüz ikinci yılında, geçmişle yüzleşme çağrımızı yineliyoruz. Türkiye’nin tarihi, cezasızlıkla örtülmüş ağır ihlallerin tarihidir. 1915 Ermeni Soykırımı, Dersim Katliamı, 6–7 Eylül Pogromu, 12 Eylül Darbesi, 1990’ların gözaltında zorla kaybetmeleri, faili meçhul cinayetleri, Dersim, Sivas, Gazi, Roboski, 10 Ekim ve Suruç katliamları vb. hâlâ adaletin beklendiği olaylardır. Hakikat komisyonlarının kurulması, toplu mezarların açılması, arşivlerin erişime sunulması ve mağdurların onarımı için yasal mekanizmaların oluşturulması artık ertelenemez bir gerekliliktir.
Uluslararası düzeyde de insan hakları ihlalleri artmaktadır. Ukrayna savaşı, Rojava’da devam eden askeri operasyonlar, Suriye’de süren Alevi katliamları, Gazze’deki sivil katliamlar, Lübnan, Yemen, Libya, İran vb gibi coğrafyalarda yaşananlar insanlığın ortak değerlerine meydan okumaktadır. Barışı korumakla görevli Uluslararası kurumlar ve mekanizmalar yaşanan savaş, çatışma, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlar karşısında sessiz kalmaktadır. İşlenen suçların cezasız kalması saldırgan devletleri cesaretlendirmekte ve insan haklarının bir referans olması muğlaklaşmaktadır. İHD, her koşulda yerel ve uluslararası anlaşmazlıkların barış ve diyalog yoluyla, uluslararası insan hakları hukuku ilkeleri çerçevesinde çözülmesi tutumunu sürdürmektedir.
Küresel iklim krizinin sebep olduğu ekolojik yıkıma ek olarak, Türkiye’deki plansız kentleşme, doğal çevrenin maden sahalarına açılması, HES ve baraj yapımı, orman yangınları nedeniyle doğanın tahrip edilmesine devam edilmektedir. Doğal hayatın ayrılmaz bir parçası olan hayvan dostlarımızın yaşam alanları da bu politikalar sonucu yok edilmiş ve hayvan dostlarımızın öldürme/uyutma adı altında varlıklarına son verecek yasal düzenlemeler kamuoyunun tepkilerine rağmen hayata geçirilmiştir.
İnsan hakları savunucuları üzerindeki yargı yolu ile baskı politikasına son verilmelidir. İçişleri bakanlığının dernekler üzerindeki faaliyet denetimine son verilmeli, dernekler kanunu değişikliği ile kişilerin fişlenmesi yönündeki askeri darbe dönemi uygulamalarından vazgeçilmeli, terörün finansmanını önlenmesi adı altında dernek ve vakıfların faaliyetlerinin kısıtlanıp tam denetim altına alınması ve kolayca kayyım atanması uygulamalarına son verilmelidir. Bu uygulamalar siyasi iktidarın sivil toplumu tamamen denetim altına alma niyetini ortaya koymaktadır.
9 Nisan 1998 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Savunucularının Korunması Bildirgesi uyarınca insan hakları savunucusu kavramı; bireysel olarak ve diğerleriyle birlikte, ulusal ve uluslararası düzeyde insan hakları ve temel özgürlüklerin korunması ve gerçekleştirilmesini destekleyen ve bunun için gayret gösterenler veya bu hakkını kullananlar olarak tanımlanmaktadır. Bildirgede insan hakları savunucularının bileşenleri bireyler, gruplar ve örgütler olarak sıralanmıştır.
İnsan Hakları Derneği, bu genel kurul döneminde de her koşulda insan onurunu, adaleti, eşitliği ve özgürlüğü savunmaya devam edecek güçlü kararlar alacaktır. Bizler için insan hakları mücadelesi, yalnızca bugünün sorunlarına çözüm arayışı değil; aynı zamanda geçmişte yitirdiğimiz tüm yol arkadaşlarımıza, dostlarımıza ve halkımıza karşı taşıdığımız sorumluluğun bilinci ve gereğidir. İHD, 22. Genel Kurulu’na bu bilinçle giriyor. Resmî ideolojinin sınırlarını zorlamaya, barışı savunmaya, insan haklarının evrensel ve bütünsel değerlerini hatırlatmaya ve “bir daha asla” diyebilmek için hakikatin peşinden yürümeye devam edeceğiz.
Bu çalışma döneminde birlikte yol yürüdüğümüz dostlarımıza, şubelerimize, temsilciliklerimize, komisyonlarımıza, MYK üyelerimize ve insan hakları savunusunda her daim yanı başımızda olan İHD emekçilerine sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.



