Kadın Hakları İnceleme Raporu

Raporun Tamamı: ihep-kadın-haklari-raporu-2025-BASKI

Türkiye Cumhuriyeti devletinin yerleşik resmi politikası, özellikle de kadınlar açısından bakıldığında militer, erkek egemen ve feodal değer yargılarıyla donatılmıştır. Bu değer yargıları her alanda olduğu gibi hukuk sisteminde de varlığını korumaktadır. Gerek Medeni Kanunu’nda gerekse Türk Ceza Kanunu’nda kadın ikinci planda yer almaktadır.

İç hukukla çelişmesi halinde uluslararası sözleşmelerin geçerli olduğunu Anayasa’sında açıkça hüküm altına altına alan Türkiye, imzacısı olduğu ve kadın – erkek arasındaki her türlü eşitsizliğin giderilmesini amaçlayan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, CEDAW-Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin gereklerini hayata geçirmekten hayli uzaktır.

Türkiye’de yerleşik siyasetin temelini oluşturan erkek egemen zihniyet, Türk Ceza Kanunu’na da yansımıştır. 2005 yılına kadar kadına yönelik şiddeti düzenleyen özel bir bölüm dahi bulunmayan kanunda, tecavüz suçunun düzenlendiği bölümün başlığı dahi ‘GENEL AHLAK VE AİLEYE KARŞI CÜRÜMLER’’ idi. Yani kadın Türk Ceza Kanunu’nda yoktu.

Örneğin, cinsel taciz suçu hiçbir şekilde tanımlanmamıştı. Tecavüz suçunun tanımı ise son derece yetersizdi. Yargıtay, tecavüz suçunu “erkek cinsel organının kadın cinsel organına duhulü” olarak tanımlıyordu. Oysa ki, kadınlar evde, sokakta, gözaltında, köy baskınlarında, ev baskınlarında yaşadıkları cinsel şiddet söz konusu olduğunda birçok cisim, madde ile anal, oral ve vajinal bölgelerden tecavüze maruz kalıyorlardı ve bu suçun karşılığı Türk Ceza Kanunu’nda yoktu.

Yine bekâret kontrolü, işkence yöntemi olarak uygulanıyordu. Evli kadınlara dahi gözaltına alındıklarında bekâret kontrolü yapılabiliyordu.

Kadın mücadelesinin talepleri ile 2005 yılında (AKP’nin Avrupa Birlikçi politikalar izliyor oluşunun da etkisi ile) Türk Ceza Kanunu’nda önemli değişiklikler yapıldı. Örneğin, kadına yönelik şiddet artık kanunda bir bölüm başlığı oldu. Cinsel saldırı suçları ayrı olarak düzenlendi, cezalar arttırıldı, cinsel taciz bir suç olarak tanımlandı, tecavüz suçunun tanımı genişledi ve bekâret kontrolü belirli kurallara bağlandı.

Bunlar önemli gelişmelerdi. Ancak yaşadığımız coğrafyada her türlü işkence olayında söz konusu olduğu gibi kadına yönelik şiddet ve özellikle kadına yönelik resmi şiddet söz konusu olduğunda işkencenin belgelenmesi yine büyük bir sorun oluşturmaktaydı. Türk Ceza Kanunu’nda ya da diğer yasalarda bir zorunluluk olmamasına rağmen işkencenin, şiddetin belgelenmesinde savcılık ve hakimlikler tek yetkili makam olarak Adli Tıp raporlarını kabul etmekteler. Oysaki Adli Tıp bağımsız olmayan, resmi bir bilirkişilik kurumudur.

Oysa ki; 1990’lı yıllarda Mardin’de gözaltında tecavüze uğrayan Şükran Aydın davasında Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından mahkum edilmesinin gerekçelerinden biri, bağımsız hekim raporlarının delil olarak kabul edilmemiş olmasıydı. Maalesef AİHM kararlarına rağmen, hastane/hekim raporları işkencenin belgelenmesinde hala mahkemelerce delil olarak kabul edilmemekte ve tüm dosyalar mutlaka Adli Tıp Kurumuna gönderilmektedir. Bu durum, kadına yönelik şiddetin belgelenmesinde hala büyük sorunlara neden olmaktadır.

Türkiye, dünyada kadına yönelik şiddet konusunda o güne kadar yazılmış en kapsamlı sözleşme olan Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’ni ilk imzalayan devlet oldu. Aslında İstanbul Sözleşmesi’nin ortaya çıkışı da bizim coğrafyamızda yaşanan bir şiddet olayına dayanıyordu. Diyarbakır’da eşi tarafından şiddete uğrayan Nahide Opuz’un annesinin yine eşi tarafından katledilmesi ve kendisinin de ağır yaralanmasına ilişkin davada iç hukuk yollarının tükenmesinin ardından, avukat Meral Danış Beştaş dosyayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşımış, mahkeme kadının aile içi şiddete karşı korunmadığı gerekçesiyle Türkiye’yi mahkûm etmişti.

Bu karar sonrası, Avrupa Konseyi tüm üye devletlere bir çağrı yayınlayarak, kadına yönelik şiddetin kapsamlı olarak değerlendirileceği bir sözleşme hazırlanması önerisinde bulunmuş, süreç İstanbul Sözleşmesi’ne evrilmişti. İstanbul Sözleşmesi’ni ilk imzalayan devlet Türkiye Cumhuriyeti devletiydi. 2011’de imzaya açılan bu sözleşme 2012’de ilk kez Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi.

Son derece önemli hükümler taşıyan bu sözleşmenin en belirleyici yanı ise, ‘Hiçbir bir örf, hiçbir adet, hiçbir ahlak anlayışı kadına yönelik şiddetin gerekçesi olamaz’ demesiydi.

Bu son derece önemli belirleme sözleşmenin tamamına hakim bir görüşü oluşturuyordu. Sözleşmenin Türkiye’de yürürlüğe girmesinin ardından kadınları şiddete karşı korumak amacıyla hazırlanan 6284 Sayılı Kanun’un TBMM’de kabul edilerek yasalaşması da son derece önemli bir adımı temsil ediyordu.

Her ne kadar sözleşme imzalandığı coğrafyada gerektiği gibi uygulanmasa da, sözleşmenin varlığı dahi kadına yönelik şiddet konusunda topluma bir bakış açısı kazandırılmasına yardımcı oluyordu. Ancak 2021 yılında, Cumhurbaşkanı yetki tartışmaları eşlilğinde tek bir imza ile Türkiye’nin sözleşmeden çekildiğini duyurdu. Kadınların her türlü tepkisine ve karşı koymalarına rağmen Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi feshedildi.

Yaşanan bir sözleşmenin feshinden öte, yaşadığımız coğrafyada kadına yönelik şiddetin artık bir suç sayılmadığı algısına da hizmet eden bir hareketti. Kaldı ki, sözleşmeden çekilinmesinin ardından kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerindeki artış da bu durumun en önemli göstergesi oldu.

Türkiye Cumhuriyeti devleti imzacısı olduğu Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal etmeye devam ediyor. Kadına yönelik şiddet, kadının siyasete katılımı, erkekle kadın arasındaki eşitliğin sağlanması ve tabii ki homofobi ve transfobi konusunda daima geri adımlar atmaya devam ediyor.

Özellikle LGBTİ+’lara karşı yürütülen nefret politikası artarak varlığını devam ettiriyor. Bu nedenle de kadına yönelik şiddet ve LGBTİ+ mücadelesine yönelik nefret üreten politikalar tartışılmaya muhtaç durumda. Bu raporu hazırlarken yerleşik bu algıya değinmeyi uygun bulduk. Kadınla erkek arasında yaşamın her alanında yaşanan eşitsizlik, kadınların siyasete katılımındaki sorunlar, kadına yönelik şiddetin yaşamın her alanında artarak devam etmesi, kadın cinayetlerindeki büyük artış ve LGBTİ+’lara karşı üretilen resmi kaynaklı nefret politikalarının hepsi birbirleriyle bağlantılı konular. İşte bu yüzden de ‘kadın yönelik şiddet politiktir’ diyoruz.

E. Eren Keskin

İnsan Hakları Derneği

Eş Genel Başkanı