Demokratik Özerklik Tartışmaları ve 2010 Yılı Değerlendirmesi

2010 yılını bitirdiğimiz şu günlerde ana tartışma konusu Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) demokratik özerklik çalışması taslağı ve Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP)iki dilli yaşamla ilgili olmak üzere açıkladığı programdır.

2009 yılında, Kürt sorununda demokratik açılım sürecini başlattığını ilan eden Hükümetin, 2009 sonunda bu projeyi milli birlik ve kardeşlik projesi olarak değiştirmesi ve 2010 yılının son MGK’sında “tek millet” söylemi ile somutlaştırması tam bir siyasi başarısızlıktır. Hükümetin, Kürt sorununun çözümü konusunda resmi devlet politikası dışında bir politikası olmadığı anlaşılmıştır. Bu politika, inkar ve imha anlayışından Kürt sorununda tanıma ve tasfiye (ötekileştirme) politikası halini almıştır. Oysa 2009 yılı sonunda hükümetin bu süreçle ilgili olarak atacağını ilan ettiği adımlar vardı. Neydi o adımlar?

1.      Öncelikle insan hakları denetim mekanizmalarında uluslararası standartları yakalamaktı. Bunun için ise; Birleşmiş Milletler (BM) Paris Prensipleri’ne uygun ulusal insan hakları kurumunun kurulması, ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik kurulunun oluşturulması, polis-jandarma denetim mekanizmasının hayata geçirilmesi, işkenceye karşı sözleşmenin ek seçmeli Protokolünün (OPCAT) TBMM’de onaylanarak ulusal önleme mekanizmasının kurulması. İnsan hakları denetim mekanizmaları ile ilgili bu vaatlerin hiçbirisi yaşama geçirilmemiştir. Sadece bunlarla ilgili taslak ya da tasarılar hazırlanmıştır.
2.      Kürtçenin günlük yaşamda kullanılması ve Kürtçe isimlerin iade edilmesi. Bu hususta, yerel yönetimler tarafından atılan adımlar ilgili valilikler tarafından engellenmiştir.
3.      Anayasa değişikliğine dair ne olduğu belli olmayan ancak Sayın Başbakan’ın önceki açıklamalarında anlayabildiğimiz kadarıyla ‘anayasal vatandaşlık’ diye tarif edebileceğimiz anayasa değişikliğinin yapılması. 2010 yılında, AK Parti tarafından TBMM’ye sunulan anayasa değişiklik teklifinde anayasal vatandaşlıkla ilgili düzenleme olmadığı gibi etnik köken ayrımcılığını kesin olarak yasaklayan bir değişiklik de olmamıştır. Siyasal iktidar sadece kendi siyasal ihtiyaçlarına uygun bir anayasa değişikliğini gerçekleştirmiştir.
4.      ‘Askeri vesayeti sona erdireceğim’ diyen Hükümet, 29 Aralık tarihli MGK toplantısına askerle beraber oligarşik cumhuriyetin sihirli cümlesi (devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü) etrafında birleşmiş ve resmi söylemi tekrar eden vesayetçi anlayışla uzlaşı içerisinde yoluna devam kararı almıştır. Nitekim Genel Kurmay’ın 17 Aralık 2010 tarihli e-muhtırasına cevap dahi verilememiş, resmi ideolojinin (Devlet ideolojisi) devamında yana tutum takınılmıştır.

Anlaşıldığı kadarıyla, Hükümetin Kürt sorunun demokratik ve barışçıl çözümüne dair somut bir projesi yoktur. Ancak buna karşın, BDP’nin ve Kürt sivil toplumunun bir araya geldiği DTK’nın öneri niteliğinde somut çözüm projeleri olmuştur. Bu projelerin kamuoyuna açıklanıp tartışılmasına bile sert tepkiler verilmesi, 30 yıldır değişmeyen resmi söylemin tekrar edilmesi vahim bir durumu göstermektedir. Bu politika Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlamaz. Tartışma ortamları muhafaza edilerek çözümler üretilebilir. Tartışmaktan korkmamak gerekir.

DTK’nın kamuoyuna sunup tartıştırdığı demokratik özerklik modeli bir çeşit yerinden yönetim modelidir. Türkiye, BM Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ni onaylamış ve yürürlüğe koymuştur. Her iki sözleşmesinin birinci maddesi ‘halkların kendi kaderini tayin hakkını’ düzenlemektedir. BM İnsan Hakları Komitesi’nin halkların kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili 12 Nolu Genel Yorum Beyanı’nda, bütün halkların ‘siyasal statülerini özgürce kararlaştırma’ (siyasi boyut) ve ‘kendi ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini sağlama’ (kaynak boyutu) hakkı olduğunu açıkça ifade eder. Siyasi boyutun sırasıyla egemenliğe dair bir dışsal cephesinin ve sonuç olarak demokratik yönetim şartını getiren sözleşmenin 25. Maddesi (yönetime katılma) ile bağlantılandırılabilecek yönetime dair bir de içsel cephesi bulunduğunu belirtmektedir. Komite ayrıca uluslararası hukuk kapsamında bir halkın kendi kaderini tayin hakkının, ayrı bir halk niteliğine sahip her gruba otomatik olarak ayrılma (devlet olma) hakkı vermediğini de belirtmektedir. Ayrıca, Türkiye Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartını da çekinceli olarak onaylamıştır. Türkiye’nin çekinceleri kaldırdığında, yerinden yönetim modelinin güçleneceği de açıktır.

Demokratik özerklik ile ilgili kamuoyuna açıklanan önerilerin özü, bir halkın bulunduğu devlet sistemi içerisinde yönetime katılma ve yönetimde söz sahibi olmasından başka bir şey değildir. Yani, demokrasinin katılımcılık ilkesiyle ilgilidir. Demokratik özerkliğe karşı çıkanların Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasası olan 1921 tarihli Anayasa’ya ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bu anayasayla üç yıl boyunca nasıl yönetildiğine bakmaları gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi 1921 Anayasası’nda gizlidir. Israrla ve inatla resmi devlet ideolojisini devam ettirmek uğruna Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin 1924 Anayasasına bağlamak isteyenler, cumhuriyetin kuruluşundaki ilk 4 yılı unutmuşa benziyorlar. Kaldı ki, Türkiye Cumhuriyeti’ni uluslararası alanda tanıyan Lozan Antlaşması bile, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olan kişilerin kendi dillerini kullanmaları ile ilgili 39. Maddesini düzenlemiştir. Dolayısıyla, anadil hakkının kullanımı ile ilgili iki dilli yaşam projesi ve yönetime katılma ile ilgili projeler meşru ve hukukidir. Tartışılması engellenmemelidir.

Bütün bu tartışmalarda öne çıkan bir başka boyut ise, önermelerin yapıldığı kaynağa göre farklı ve ayrımcı politikalar uygulanmasıdır. Siyasal iktidar önerdiği zaman meşru, BDP ya da Kürt sivil toplumunun oluşturduğu DTK önerdiği zaman gayrimeşru gösterme tutumu bir ayrımcılıktır. Bu aynı zamanda, siyasal iktidarın kendine demokrat olan tutumunun da tipik bir örneğidir. Siyasal iktidar mensuplarının sıkıştıkları anda BDP’yi ve DTK’yı hedef gösterip yasadışılıkla suçlamaları çok tehlikelidir. Toplumsal barışı dinamitleyecek bu tip resmi ideolojik söylemlerden uzak durulmalıdır. Kürt halkı siyasal olarak belli bir olgunluk düzeyine ulaşmıştır. Siyasal iktidar sözcülerinin Kürt halkının meşru sözcülerini hedef göstermesi halinde gelişebilecek yargı baskısı ve fiili saldırılardan sorumlu olacakları da unutulmamalıdır. Türkiye, bir an önce yargının siyasal iktidarın güdümünden çıkarıldığı bir anayasal düzene kavuşmalıdır. Bütün bu söylemlerden anlaşılmaktadır ki, Diyarbakır’da devam eden Kürt siyasetine ve sivil topluma yönelik davaların arkasında hükümet bulunmaktadır.  Bu yönüyle de bu yargılamaların yapıldığı eski DGM’lerin devamı olan özel görevli ve yetkili ağır ceza mahkemeleri bir an önce kapatılmalıdır.
 
Her şeye rağmen, 2010 yılında KCK’nin tek taraflı eylemsizlik sürecinin seçimlere kadar uzatılmasını önemli bir fırsat olarak değerlendirmek gerekir. Sorunların çözümünü şiddete dayanmadan demokratik zeminde yapılması gerektiği açıktır. Bu nedenle de siyasal iktidarın her türlü olumsuz tutumuna rağmen şiddetten ve çatışmadan uzak durulmalıdır. Kürt sorunu çözüm sürecine girmiştir. Siyasal iktidarın resmi ideolojik tutumları aynı zamanda sıkışmışlığın da bir göstergesidir. Bütün bu söylemler, çatışmaları akla getirmemelidir. Çatışmasızlık süreci derinleştirilmeli ve karşılıklı ellerin tetikten çekildiği bir süreç yaşanmalıdır.

2010 yılında, din ve vicdan özgürlüğü alanında anayasal ve yasal çözümler üretilmemiştir. Sadece Alevi çalıştaylarında sorunlar tartışılmış ancak çözümler ortaya konmamıştır. Gayrimüslim azınlıklarla ilgili olarak tarihi ibadet yerlerinde sembolik ayinler yapılması dışında somut gelişmeler yaşanmamıştır. Başörtüsüyle ilgili sorun devam etmiştir. AİHM kararına rağmen zorunlu din dersi uygulaması devam etmiş, Cemevlerinin ibadethane statüsü kabul edilmemiştir.

2010 yılında, cezasızlık politikasıyla ilgili olarak yaşanan gelişmelere bakmak gerekir. AK Parti hükümetleri döneminde darbe teşebbüsünde bulunanlara karşı davalar açılmış ancak AK Parti’den önceki dönemde darbe yapmış, muhtıra vermiş kişilerle ilgili hiçbir dava açılmamıştır. 28 Şubat’ın mimarlarından Çevik Bir’in hazırladığı Güçlü Eylem Planı (Andıç Belgesi) ile ilgili olarak İHD’nin yaptığı suç duyuruları karşılık bulmadığından dosya AİHM’e taşınmıştır. İHD ve TİHV’in 2006 yılında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve bu belgeyi yürürlüğe koyan Bakanlar Kurulu kararının iptali için açtığı dava Danıştay’ca reddedildiğinden, dava temyiz edilerek Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na götürülmüştür. 2010 yılında, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) yenilenmiş, hükümet sözcülerinin basına yaptıkları açıklamalarda 2005 yılı belgesinin insan haklarına ne kadar aykırı olduğu ortaya çıkmıştır. Ancak buna rağmen, açılan davanın Danıştay’da reddedilmesi Türkiye’deki yargının tarafsız ve bağımsız olmadığını göstermiştir.  12 Eylül askeri darbesini yapanların ve darbede sorumluluğu bulunanların yargı önüne çıkarılması ile ilgili suç duyurularımız hala beklemektedir. Darbecilerin yargılanması aynı zamanda yüzleşme ile ilgili bir süreçtir. Bu süreç insan hakları savunucuları tarafından yakından izlenmektedir. Güvenlik kuvvetleri tarafından öldürülen kişilerle ilgili açılan davalarda ise davaların başka illere nakli ve nakledilen illerdeki yargı tutumu kaygı vermeye devam etmiştir. Örneğin, Uğur Kaymaz’ı öldüren polislere beraat kararı veren Eskişehir’deki Ağır Ceza Mahkemesine, Şerzan Kurt’u öldürmekle suçlanan polisin davasının nakledilmesi kaygılarımızın ciddiliğini ortaya koymuştur.

2010 yılında toplumsal barışın her an bozulabileceğine ve toplumsal linçlerin yaşanabileceğine dair örnekler ortaya çıkmıştır. Manisa Selendi, Hatay Dörtyol, Bursa İnegöl, Kahramanmaraş ve İstanbul’da yaşananlar toplumsal barışın ne kadar tehdit altında olduğunu göstermiştir. İHD raporlarında da ortaya konduğu gibi güvenlik alanında yaşanan zaaflar ve kitleleri kışkırtıp provoke eden yapılanmalar kaygı vermektedir. Aralık ayında Maraş’ta alevi örgütlerin katliam anmasına saldırı girişimi ve İstanbul’da Cemevine saldırı ciddi provokasyon girişimleridir. Hükümetin devlet içindeki çetelerin tasfiyesi noktasında daha fazla çaba göstermesi gerekmektedir. 
 
2010 yılında uluslararası alandaki cezasızlık politikasıyla ilgili olarak Türkiye’nin tutumu yeterli olmamıştır. Türkiye, Uluslararası Ceza Mahkemesini kuran Roma Statüsüne taraf olmamıştır. Bu nedenle de sorun yaşamaya devam etmektedir. İsrail’in Gazze saldırısı ve Gazze’ye yardım götüren insani yardım gemilerine uluslararası sularda yapılan İsrail saldırısı kanlı sonuçlanmıştır. 9 yurttaşımız öldürülmüştür. Hükümet, saldırganlarla ilgili olarak İsrail devletinden özür ve tazminat talep etmişti. Oysa bir suç işlendiyse bu suçun karşılığında bir yargılama yapılması ve suçluların cezalandırılması gerekir. Hükümetin, Türk Ceza Kanunundaki yetkilerini kullanmaması uluslararası alandaki adalete olan güven duygusunu sarsmıştır. Adalet Bakanı izin verseydi İsrailli yetkililer ve saldırgan İsrail askerleri Türkiye’de de yargılanabilirdi. Uluslararası çıkarlar uğruna yurttaşlarının ölümünü özür ve tazminatla geçiştirmek isteyen hükümetin bu politikası da başarılı olamamıştır.

2010 yılında da kayıpların bulunması ve sorumluların cezalandırılması için 2009 yılı Şubat ayında yeniden başlattığımız oturma eylemleri devam etmiştir. İstanbul’da Cumartesi Anneleri ile birlikte 300. hafta, Diyarbakır’da Barış Anneleri ile birlikte 99. hafta geride kalmıştır. Hükümet kayıplar ile ilgili somut bir adım atmamıştır. BM Kayıplar Sözleşmesi yürürlüğe girmiştir. Türkiye bu Sözleşmeyi de onaylamamıştır.

Cezasızlık politikasının sona ermesi ancak gerçek bir yüzleşme süreci ile mümkün olabilir. Türkiye’nin geçmişle yüzleşme sürecine girmesi kaçınılmazdır. Bu alanda Gerçek ve Adalet İnisiyatifi ile Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Gerçek Komisyonu çalışmaları devam edecektir.

2010 yılında cezaevlerinde ihlaller yaşanmaya devam etmiştir. Derneğimiz ve TİHV verileri yaklaşık 100 mahpusun ağır hasta olduğunu ve tedavi edilmeleri için salıverilmeyi beklediklerini göstermektedir. Bu konuda Adalet bakanlığı ile defalarca çeşitli görüşmeler yapılması karşısında sadece birkaç mahpusun salıverilmesi durumun vahametini göstermektedir. Cezaevleri sorunu 2011 yılının önemli gündem maddeleri arasında olacaktır.

2010 yılında, insan hakları ile iliği çeşitli başlıklarda ilerleme sağlanamamıştır. Bu husus derneğimizin raporlarında ve 10 Aralık iİnsan Hakları Günü’nde yaptığımız açıklamalarda mevcuttur. Türkiye BM Kalkınma Programı’nın açıkladığı insani gelişmişlik raporunda kadın-erkek eşitliği açısından geriye gitmiştir. Bu durumu toplumun giderek muhafazkarlaşması ve hükümet politikalarına bağlamak gerekir. 2010 yılında kadına ve çocuğa yönelik şiddetin durdurulamayıp artması bir başka vahim gelişme olarak karşımıza çıkmıştır.

2010 yılına girerken Tekel işçilerinin direnişine tanık olduk. Ancak, Türkiye işçi sınıfı bu direnişi genel bir direniş haline dönüştürememiştir. Tekel işçileri 4-C’li olarak değişik kurumlara atanmışlardır. 2010 yılında ekonomik ve sosyal haklarda iyileşme olmamıştır. İşsizlik yüksek seyrini devam ettirmiştir. Gelir dağılımı uçurumu devam etmiştir. Sendikalı işçi sayısı en az seviyeye inmiştir. Yasalarda yapılan değişiklilerle esnek istidam kalıcı hale getirilmiştir. Şu anda TBMM’de görüşülen torba yasayla da belediye işçileri başta olmak üzere kamu görevlileri açısından sıkıntılı günler yaşanacaktır. Ekonomik ve sosyal haklardaki bu kötü durum, hükümetin yeni liberal politikalarıyla uyumlu olarak geriye gitmektedir.
 
2010 yılı insan hakları savunucuları açısından yargı baskısının en çok hissedildiği yıllardan biri olmuştur. İHD Genel Başkan Yardımcısı Avukat Muharrem Erbey, İHD Siirt Şube Başkanı Vetha Aydın, İHD Diyarbakır, Mardin ve Aydın şube yöneticileri tutukluluğu devam etmiştir. Türkiye BM İnsan Hakları Savunucuları Bildirgesi’ni ihlal etmeye devam etmektedir.

2010 yılında düşünceyi ifade özgürlüğü alanında hiçbir iyileşme olmamıştır. Başta TCK olmak üzere TMY bir bütün olarak ifade özgürlüğünü cezalandırmaktadır. Eski DGM’lerin devamı olan özel yetkili ve görevli Ağır Ceza Mahkemelerinin olağan dışı yargılama usullerine son verilmeli bu mahkemeler kapatılmalıdır. Adil yargılama hakkı ihlalleri ileri seviyelere çıktığından ötürü bu yıl insan hakları haftasında adil yargılama hakkı teması işlenmiştir. Özel mahkemelerin kapatılması bir kampanya olarak sürekli gündemde tutulacaktır.

Yukarıda birkaç başlıkta belirttiğim temel sorunların kalıcı olarak çözüleceği yer, yeni ve demokratik anayasadır. 2010 yılında yapılan anayasa değişiklikleri Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları sorununu çözememiştir. Bu nedenle, tüm partiler ve toplumsal kesimler yeni ve demokratik anayasa ihtiyacını ortaya koymuştur. 2011 yılının Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları sorununu çözecek yeni ve demokratik bir anayasaya kavuşması dileğiyle herkesin yeni yılını kutlarım. 

Öztürk Türkdoğan
İHD GENEL BAŞKANI

Bir cevap yazın