Öztürk Türkdoğan: Barış hakkını savunarak yol bulunabilir!

Emek ve insan hakları mücadelesinde yer alan bir insan hakları savunucu olarak her zaman barışı savundum ve barış hakkının ne kadar önemli olduğunu anlatmaya devam ediyorum. İHD İnsan Hakları Akademisi’nde insan haklarını anlatırken, “insan onuru, özgürlük, eşitlik, adalet ve barış” kavramlarının insan haklarının temeli olduğunu ve insan haklarının bu kavramlar üzerine geliştiğini anlatıyorum.

İnsan Hakları Derneği’nde Kasım 2008’den beri Genel Başkanlık (Eş Başkanlık) görevini yürütmeye çalışıyorum. İHD’nin, Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları sorunu bulunduğunu ve bu sorunun en önemli halkasının Kürt sorunu olduğu tespitini ben de her fırsatta dile getiriyorum. Gelin görün ki İHD’nin 35.kuruluş yılında aynı şeyleri söylemeye devam etmenin esasında ne kadar hüzün verici olduğunu da belirtmeliyim. Çünkü çatışma çözümü gerçekleştirememiş (Kürt sorununu çözememiş) bir ülkenin demokratikleşmesi ve insan hakları standartlarını yükseltmesi mümkün gözükmediği gibi Türkiye örneğinde de mümkün olmamıştır.

Türkiye’deki en önemli sorunumuzun yukarıda çok basitçe anlatmaya çalıştığım Kürt sorunu gerçekliğinin siyasal iktidar tarafından kabul edilip gereğinin yapılmaması, siyasi ve toplumsal muhalefet tarafından da yeterince sahiplenilmemesidir. Daha basit anlatmaya çalışayım. Çatışma çözümü yaşamış ülkelere bakmak gerekir. BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri İngiltere ve Fransa’nın yaşadığı çatışma çözümleri, İspanya örneği, Güney Afrika ve Nelson Mandela, Türkiye’nin de uluslararası arabulucular içerisinde yer aldığı devam eden Filipinler örneği ve elbette ki en son Kolombiya örneği.

Hepimizin bildiği gibi Türkiye, Avrupa Konseyinin kuruluşundan hemen sonra kurucu üye sıfatı ile üyesidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraftır ve AİHM’in yargı yetkisini kabul etmiştir. Çatışma çözümü konusunda Avrupa ülkelerinden üçü hakkında kısa bilgi vereyim.

İspanya, Franko diktatörlüğünden sonra 1978 yılında oldukça ileri demokratik değerlere sahip bir anayasa kabul etti. Bu anayasanın verdiği yetkiler ile 1979 yılında Bask ve Katalan bölgeleri kısmi özerkliğe sahip oldular ve böylece İspanya çatışma çözümü konusunda oldukça önemli adımlar gerçekleştirdi.

Güneşin batmadığı imparatorluğun devamı ve İngiliz Uluslar topluluğunun merkez ülkesi olan Birleşik Krallık ise Kuzey İrlanda sorununu 1998 yılında içerisinde İrlanda Kurtuluş Ordusunun da (İRA) olduğu sorunun tarafları ve garantörleri ile yaptığı Hayırlı Cuma Anlaşması ile çözmek için tarihsel bir adım attı.

Fransa ise Korsika sorununu 1982 yılında ademi merkeziyetçi çözümler üreterek çözmeye başladı ve 1991 yılında çıkardığı bir özel yasa ile özerkliği kabul etti.

Görüldüğü gibi Avrupa’nın çatışma çözümü yaşamış ülkelerinin sorunlarını kabul edip çözmeye başlamaları 1978 ile başlamıştır. Türkiye’de ise Kürt sorunu daha da büyümüş ve halen hiçbir çözüme kavuşamamıştır. Bırakın çözümü, Kürt halkının oy verdiği belediyelere bile el konularak inkarcılık siyaseti demokrasi dışı yöntemlerle sürdürülmekte, seçilmiş belediye başkanları ve milletvekilleri hapiste tutulmaya devam etmektedir.

İnsan hakları savunucuları olarak yıllardır Türkiye’deki resmi ideolojiyi eleştirir ve şikayet ederiz. Nedir bu ideoloji? Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş ilkelerini inkar eden (23 Nisan 1920 TBMM’nin açılışı sırasındaki toplumsal gerçeklikler ve bu grupların temsiliyeti, 1921 Anayasası) ve Lozan Anlaşması ile kurulan ulus devletin ideolojisi! Bu ulus devlet Türk etnisitesine dayanır ve Müslümanlığın sunni yorumunun Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile devletleşmiş halini benimser. Yıllardır Türkiye’deki siyasi iktidarlar ile siyasi ve toplumsal muhalefetin önemli bir kısmı bu ideoloji ile yüzleşmekten kaçınır ve maalesef çoğunluğu bu ideolojiden beslenir. Türkiye’deki siyasi partiler demokrasiyi dillerinden düşürmezler. Peki, demokrasiye uygun davranıyorlar mı? Demokrasinin ne olduğunu anlatırken, demokrasinin çoğulculuk, açıklık ve katılımcılık ilkelerini vurgularız. Çoğulculuktan kasıt tüm toplulukların kabul edilmesidir. Yani Türkiye’deki etnik ve inanç gruplarının, dil gruplarının varlığının resmen kabul edilmesidir. Bununla da sınırlı değildir. Dez avantajlı grupların varlığının kabul edilmesi ve haklarının güvence altına alınmasıdır. LGBTİ+’ların cinsel kimlik haklarının kabulü gibi. Katılımcılıktan kasıt engelleme ve sınırlama olmadan yani barajlar olmadan özgürce örgütlenme ve bu örgütlenmeler yolu ile yönetime katılma hakkının kullanılmasıdır. Yıllarca bu ülkede Kürtlerin ve Alevilerin durumunu ortaya koyan ve onların haklarını savunmak için kurulan partiler ile komünist partiler kapatıldı, engellendi, seçimlere alınmadı. Yüksek barajlarla(%10) siyasal temsilde yer almaları engellendi. Katılımcılıktan kasıt herkesin bulunduğu yerde yönetime katılmasını sağlamaktır. Yani ademi merkeziyetçilik ilkesinin hayata geçirilmesidir. Peki, Türkiye’de ne yapılıyor? Seçilen Kürt belediye başkanları görevlerinden alınıp yerlerine kayyum atanıyor. Katılımcılıktan eser yok. Açıklıktan ne anlıyoruz? Milli Güvenlik Kurulu tarafından hazırlanan Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi ile adeta gizli anayasa ile yürütülen bir ülke olmaktan çıkmak istiyoruz. Siyasetin hesap verebildiği, devletin her türlü harcamasının kontrol edilip denetlenebildiği ve siyasetçilerin halka hesap verdiği bir ilkedir açıklık. Şeffaflıktır. Öyle miyiz? Uzatabiliriz…

Şimdi yukarıdaki paragrafta yazılanlara karşı iseniz demokrat olamazsınız. Bu yazılanları eksik bulabilirsiniz, fazla bulabilirsiniz ama temel prensiplere itiraz edip ama ulus devletimiz, üniter devletimiz şöyle olacak, böyle olacak derseniz, zaten hiçbir sorunu çözemezsiniz. Türkiye şu anda bu durumu yaşıyor. Kaldı ki, çatışma çözümü, beraberinde geçmişle yüzleşmeyi de getirir. Türkiye ise geçmişle yüzleşmeden sürekli kaçmakta, sorunlarını geleceğe iteklemektedir.

İnsan hakları ile ilgili söyleyecek çok sözümüz var ama hiç değilse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde güvence altına alınan, Anayasa da güvence altına alınan,  AİHM içtihatları ile güvence altına alınan haklarımız, BM insan hakları ile ilgili uluslararası sözleşmeleri ve bu sözleşmeler ekseninde kurulmuş komitelerin aldığı kararlar ile güvence altına alınan haklarımız var. Uzatabiliriz… Sanırım herhalde bunlara kimse itiraz etmeyecektir. O halde bir bireyin ve topluluğun kendi anadilinde eğitim öğretim yapması, kamusal hizmetleri alması ve vermesi kadar doğal bir hak olamaz. Bir birey veya topluluğun kendi inancına uygun ibadethane kurması ve inancını yaşamasına kimse karşı çıkamaz. Son orman yangınları, iklim krizine bağlı olarak gelişen büyük seller bir kez daha gösterdi ki kamuya ait yetkilerin önemli bir kısmının yerel yönetimlere devredilmesi ve yerinden çözüm ilkesinin ademi merkeziyetçiliğe uygun olarak yeniden hayata geçirilmesi gerekmektedir. Yani herkesin yaşadığı yerden yönetime katılmasının önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Kürt sorunu bahane edilerek merkezi idarenin yetkilerinin mutlaklaştırıldığı Türkiye’de böyle giderse yaşanılacak bir çevre de(tabiat/doğa) kalmayacaktır.

Sanırım yazımın bu kısmına kadar olan hususlarda büyük çoğunluğumuz hemfikir oluruz. Peki bunu nasıl hayata geçireceğiz?

Barış yaparak, barış hakkını savunarak ve her daim barıştan yana olarak gerçekleştirebiliriz. Barış, barış, barış diyoruz. Nedir barış ve barış hakkı?

Barış, çatışma ve savaş halinde olmama, huzur ve iyilik içinde yaşamak olarak da tanımlanabilir. İki kişi veya topluluklar arasında kavga olmaması olarak da anlaşılabilir. Ancak bu tanımlamayı insan hakları alanından doğru eksik yaklaşım olarak nitelendiriyoruz. İHD barışı, insan hakları belgelerinde de tanımlandığı gibi, haklara ve özgürlüklere dayalı olarak kavramaktadır.

Barış hakkı konusunda ise oldukça kapsamlı ve yol gösterici belgeler üretilmiştir.

BM İnsan Hakları Konseyi 22 Haziran 2017 tarihli 35/4 sayılı Barış Hakkının Desteklenmesi kararının 3.maddesinde; ”Barışın yalnızca çatışma yokluğu değil aynı zamanda diyaloğun teşvik edildiği ve çatışmaların karşılıklı bir anlayış ve işbirliği ruhuyla çözüldüğü ve sosyoekonomik gelişmenin güvence altına alındığı olumlu, dinamik ve katılımcı bir süreç olduğunu tanır,” şeklinde bir tanımlama getirmiştir.

Birleşmiş Milletler genel kurulunun 39/11 sayılı ve 12 Kasım 1984 tarihli kararı ile Halkların Barış Hakkı Bildirgesi kabul ve ilan edilmiştir.

BM genel kurulun 71/189 sayılı ve 19 Aralık 2016 tarihli kararı ile Barış Hakkı Bildirgesi kabul ve ilan edilmiştir. Bu bildirge oldukça kapsamlı olup, barış hakkı konusunda atıf yaptığı diğer BM belgelerini hatırlatmak gerekir.

Bildirgenin girişinde,

“Birleşmiş Milletler Şartı’nda yer alan amaçlar ve ilkeler,

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Viyana Deklarasyonu ve Eylem Planı,

Kalkınma Hakkına Dair Bildirge, Birleşmiş Milletler Binyıl Bildirgesi, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri de dahil olmak üzere Sürdürülebilir Kalkınma için 2030 Gündemi ve 2005 Dünya Zirvesi Sonuç Bildirgesi,

Toplumların Barış İçinde Yaşama Hazırlanması Bildirgesi, Halkların Barış Hakkı Bildirgesi, Barış Kültürü Bildirgesi ve Eylem Planı ile işbu Bildirge’nin konusuyla ilgili diğer uluslararası araçlar,

Sömürge Yönetimi Altındaki Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Bildiri,

Birleşmiş Milletler Şartı uyarınca Devletlerarası Dostane İlişkiler ve İşbirliği’ne dair Uluslararası Hukuk İlkelerine İlişkin Bildirge,”  gibi çok sayıda belgeye atıf yapılmıştır.

BM İnsan Hakları Konseyi, 22 Haziran 2017 tarihinde Barış Hakkının Desteklenmesi kararı almıştır.

Şimdi Türkiye’deki herkese sormak gerekir, bu kadar çok BM belgesi varken, barış hakkından niye bahsetmez ve bahsedenleri ise suçlarsınız? Hani bu ülkenin dış politikası yurtta barış, dünyada barış üzerine kuruluydu. Ne oldu da barıştan vazgeçtiniz?

Bir insan hakları savunucusu olarak barış çalışmaları konusunda son 13 yılın en yakın tanığı ve aktivistleri arasında olduğumu düşünüyorum.

2009 yılında Habur sürecinin, 2012 yılında  hapishanelerdeki süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi sürecinin, 2013-2015 yılları arasında süren son barış ve çözüm sürecinin akil insanlar heyetinde yer alan bir bireyi olmanın yanı sıra birçok olayların tanığı olarak, alıkonulan sivil, asker, polis ve kamu görevlilerinin serbest bırakılmaları konusunda yaşananların, sokağa çıkma yasakları ve kent çatışmaları sürecinin, darbeden sonraki OHAL sürecinin, 2019 yılında hapishanelerde sürdürülen süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi sürecinin, 2020 yılındaki açlık grevleri ile birlikte çeşitli olayların velhasıl barışı ve insan haklarını ilgilendiren birçok siyasal, toplumsal, hukuki, kültürel, sosyolojik olayın içinde yaşayanı ve tanığı gibiyim. Bu süreçlerde ulusal ve uluslararası alanda başta DPI olmak üzere çok sayıda kuruluş ile birlikte dünya çatışma çözüm örneklerini yerinde inceledik ve çok önemli dersler çıkarttık. Kiminle savaşıyorsan onunla barışacaksın! Barış süreçlerinde taraflar birbirini şeytanlaştırmayacak! Süreçler yasal güvenceye bağlanacak! Süreçler kararlı siyasi irade gerektirir! Siyasal liderlerin pozisyonları çok önemlidir! gibi çok temel çatışma çözüm ilkeleri öğrendik.

Barış ve çözüm süreci olarak adlandırdığımız 2013-2015 yılları arasında Nisan-Haziran 2013’de saha çalışmaları yaparak barışın toplumsallaştırılmasında çok önemli görevler üstlenen Akil İnsanlar Heyetinin, Hükümete sunduğu görüşleri tozlu raflarda kaldı. Bu öneriler hayata geçseydi belki şimdi Kürt sorunundan bahsetmezdik.

2015 yılının 7 Haziran’ında yapılan milletvekili genel seçimlerinde Türkiye halkı şu mesajı verdi: Demokrasi ve barış için AK Parti ve HDP’ye şans tanıyorum. Ancak TBMM’de gurusu bulanan siyasi partiler, halkın bu açık mesajının gereğini yerine getiremedi. 28 şubat 2015 tarihli Dolmabahçe Bildirisine rağmen çözüm sürecinin anlaşmazlıkla sonuçlanması ve siyasi partilerin işbirliği yapmamasının  bedeli ise oldukça ağır oldu(ödetildi). Kasım 2015 tekrar seçim sürecine gidilirken gerçekleştirilen Suruç ve Ankara Gar katliamları, sokağa çıkma yasakları adı altında kentlerdeki hendek ve barikatların bahane edilip savaş alanı haline getirilmesi ve gerçekleştirilen korkunç ölümler, yüz binlerce insanın iç göçmen durumunda bırakılması, darbe teşebbüsünden sonraki OHAL ilanı ve yüzbinlerce insana dayatılan sivil ölüm, yüzbinlerce insanın hapisliği, on binlerce insanın mülteci olarak Avrupa’ya gitmesi, siyasi ve toplumsal muhalefetin kesintisiz baskı altına alınması, Kürt belediyelere tekrar tekrar el konulması, Gültan Kışanak ve Adnan Selçuk Mızraklı şahsında Kürt belediye başkanlarının hapiste tutulması, siyasi rakip olarak görülen Demirtaş ve Yüksekdağ şahsında Kürt siyasetçilerin kasıtlı olarak hapiste tutulması, Osman Kavala şahsında insan hakları savunucuları üzerindeki soruşturma, dava, gözaltı ve tutuklama baskısı, Selçuk Kozağaçlı şahsında halkın savunma hakkının baskı altına alınması, Tahir Elçi’nin katledilerek adalet aramanın bedelinin ağır olduğu mesajının verilmek istenmesi, Cumartesi Anneleri ve Barış Annelerinin, kayıp yakınlarının oturma eylemlerinin yasaklanarak hak arama süreçlerinin daha da zorlaştırılması, Barış için akademisyenlerin başına getirilenler ile barışın Üniversitede konuşulmasını engellemek,  halkın haber alma hakkını engellemek için sürekli olarak Kürt gazeteciler başta olmak üzere iktidarı eleştiren gazetecilerin hapiste tutularak soruşturma ve dava baskısı altında bırakılmaları, Eren Keskin ve Hüseyin Aykol şahsında bitmek bilmeyen ifade özgürlüğü davalarının sürdürülmesi, insan hakları hareketinin Büyükada davası ve içlerinde benim de olduğu çok sayıda insan hakları savunucusunu gözaltına alınarak hak arama özgürlüğünü öcü gibi göstermek, HDP’ye kapatma davası açılması ve HDP’li yöneticilerin 6 yıldır kesintisiz olarak gözaltı ve tutuklamalara maruz bırakılarak siyasi muhalefete göz açtırılmaması, nefret söylemi ile siyasi ve toplumsal muhalefetin linçe maruz bırakılması, nefret söylemi ile ırkçı saldırılara zemin hazırlanması, sürekli tecride dayalı hapishaneler açılması ve hapishane sayısının artırılarak muhaliflerin hapse atılması, bitmek bilmeyen işkence, kötü muamele ve onur kırıcı davranış yasağı uygulamaları, KESK ve KESK’e bağlı sendika yöneticilerine yönelik soruşturma ve dava kıskacı, Baroların etkisizleştirilmesi uygulamaları, Covid-19 pandemisine rağmen Türk Tabipleri Birliğinin dışlanması, TMMOB’un etkisizleştirilmesi uygulamaları, DİSK’in hak arama eylem ve grevlerinin yasaklanması, Alevilerin üzerinde korkunun sürekli olarak hissettirilmesi, paramiliter yapı ve grupların tasfiye edilmeyerek bunların halka korku salmasının sağlanması  gibi siyasal iktidarın baskı uygulamalarını çoğaltabiliriz.

Geldiğimiz aşamada İHD’nin 2015-2020 yıllarını kapsayan 6 yıllık bilançosunda Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve yeniden başlayan silahlı çatışmalar nedeni ile yaşamını yitirenler ile ilgili oldukça ağır bir bilanço mevcut. Buna göre, silahlı çatışmalar nedeni ile çatışma bölgesinde sivillerden 90 ölü, 302 yaralı, asker/polis/koruculardan 1.322 ölü, 2.702 yaralı, silahlı militanlardan 2.599 ölü, 194 yaralı bulunmaktadır. Bunların dışında yargısız infazlarda öldürülen sivillerden 1.055 ölü, 1.255 yaralı, saldırıya uğrayanlardan 184 ölü, 1.258 yaralı bulunmaktadır. Yasa dışı örgüt saldırılarında ise 523 ölü, 2.786 yaralı bulunmaktadır. Toplamda ise 5.773 Ölü, 8.497 yaralı bulunmaktadır. Bu bilançoya Suriye ve Irak’ta (2020 hariç) silahlı çatışmalar ve sınır ötesi askeri operasyonlarda yaşamlarını yitirenler dahil değildir. Bu bilanço orta büyüklükte bir savaş bilançosudur.

Çatışma ve savaş ortamı ile birlikte genel baskı ortamında şiddetin öne çıkması ve beraberinde nefret dilinin zehrini akıtması kaçınılmaz olmuştur. Kadın cinayetlerinin önlenememesi, kadına yönelik taciz ve tecavüzün artması böylesi bir şiddet ortamı ile de izah edilebilir. Nefret saiki ile artan ırkçı saldırılar ve katledilen insanlar.

Bu sürecin ekonomiye verdiği telafi edilemez ağır kayıplar.

Bu sürecin Türkiye’yi getirdiği rejim değişikliği ve otoriter bir yönetim anlayışı.

Kürt karşıtlığı üzerinden geliştirilen Ortadoğu politikasının neden olduğu milyonlarca göçmen/sığınmacı/mülteci sorunu,

AB tam üyelik perspektifinden tamamen uzaklaşma,

Bütün bu olumsuzluklardan kurtulmamız barışla mümkün. Kürt sorununun varlığı kabul edilecek. Silahlı çatışma ve savaş haline son verilecek. Kalıcı bir çatışmasızlık dönemine girilecek. İmralı Hapishanesinde tutulan Abdullah Öcalan ve arkadaşları üzerindeki tecrit ve izalosyona son verilecek. Hapishanelerdeki tüm siyasi mahpuslar serbest bırakılacak. Siyasi ve toplumsal muhalefet üzerindeki her türden baskı ortadan kaldırılacak. İfade, örgütlenme ve toplanma hakkının önündeki engeller kaldırılacak. Sonra sorunun tarafları diyalog kuracak ve tartışacaklar. Nasıl bir barış istiyoruz? Nasıl bir çözüm istiyoruz? Sonra da müzakere ile uzlaşı yolu bulacaklar. Bu süreçlere siyasal ve toplumsal kesimler katılacak. Bu süreçlerin yasal güvencesi oluşturulacak. Nihayetinde anlaşma ile anayasal ve yasal çözümler bulunacak.

Türkiye’nin siyasi partileri ve toplumsal muhalefeti barışa odaklandığı taktirde kesinlikle yeni bir yol bulunacağı kanaatindeyim. Yeter ki resmi ideolojinin esaretinden kendilerini kurtarsınlar ve çağdaş demokratik değerlere ve insan haklarına dayalı bir çözüme kendilerini ikna etsinler.

Bilmem anlatabildim mi? Bu kadar basit bir durum. Siyasetçilere de her zaman şunu söylüyorum. Türkiye gibi ülkelerde barış konusunda adım atmadan sorunları salt demokrasiyi(seçimleri) hayata geçirerek çözebileceğini düşünmek 2013-2015 döneminden yeterince ders çıkarılmadığını göstermektedir.

Şu soru sorulabilir. Peki, şu anki siyasal yapıda yeni bir çatışma çözümü olabilir mi? Bilindiği gibi Türkiye’de siyasi ittifaklar var. İktidarda Cumhur ittifakı var. Ak parti ve  MHP ile görünen ve görünmeyen devlet unsurlarından oluşan. Sevgili Baskın hoca mahşerin dört atlısı olarak tarif ediyor. Muhalefette ise Millet İttifakı ve ayrıca HDP var. Millet ittifakı CHP, İyi parti, Saadet ve Demokrat partiden oluşuyor. Bana göre HDP 3. İttifak olarak yani Demokrasi ittifakının kendisi olarak varlığını sürdürüyor.  Bunların dışında yeni kurulan ve Ak partiden ayrılar DEVA ve Gelecek partileri. Şu ana kadar bilebildiğim kadarı ile Kürt sorununu çözeceğim diyen HDP, CHP, Saadet, Gelecek ve DEVA partileri var. Tabi ki, TBMM’de milletvekili bulanan TİP, DBP gibi partiler Kürt sorununun çözümü konusunda netler. Görüldüğü gibi ittifaklara bakarsak olası erken seçimi önde bitirebilecek olan Millet ittifakının bir bütün olarak verdiği bir güvence yok. Yeni kurulan partilerin seçimlerde ne yapabileceği ise belli değil. Sadece bu yeni otoriter rejimde seçilecek Cumhurbaşkanının olağanüstü yetkileri olduğu için barıştan yana bir kişinin seçilmesi halinde yeni bir sürecin önü açılabilir. O nedenle barış hakkının savunulması ile çözümler bulunabileceğini, seçimlerin ise sadece bunun aracı olabileceğini belirtmek isterim. Kişisel olarak şu anki çözümsüzlükten çıkmanın en iyi yolunun, iktidarı erken seçime mecbur bırakacak siyasi ve toplumsal muhalefet birlikteliği ve bu birlikteliğin savaş karşıtlığı ve barıştan yana açık tavır alacak şekilde tutum sahibi olmasını sağlamak olarak değerlendiriyorum.

Bana göre demokrasiye giden yol barıştan geçer.

 

Öztürk Türkdoğan

İHD Eş Genel Başkanı