Kentli Haklarının Kavramsal Temelleri

Hüsnü Öndül

Not: Bu makalenin yayın tarihi 1998’dir.

1. İnsan Hakları-İnsan Onuru İnsan hakları, tüm insanların doğuştan sahip olduğu haklardır. Bu kabul, genelde paylaşılan bir düşüncedir. Fakat bunun açıklığa kavuşturulması gereken yönleri var. “İnsan hakları” dediğimiz şeyler nedir ki, bunlara bir “sahiplikten” üstelik “doğuştan” sahip olmaklıktan söz ediyoruz?İnsan haklarının her biri, birer “değeri” ifade eder. İnsan onuru dediğimizde de insanın değerinden söz ediyoruz. İnsanın değeri ise onu diğer canlı türlerinden ayıran özellikleridir. İnsanı diğer canlı türlerinden ayıran temel özelliği ise, insanın bilinçli üretim yapması ve güzellikler yaratmasıdır. Dolayısıyla, bilinçli üretim (buna düşünebileceğimiz tüm üretimleri, başta kendisini ve geçim araçlarını bilinçli olarak yaratmak olmak üzere) ve güzellik yaratma (estetik), insanı diğer canlı türlerinden ayıran temel özelliğidir.

Hak, genel olarak ya kişilerarası yazılı ya da sözlü sözleşmelerden ya da yasalardan doğar. İnsan haklarının temel özelliği, kaynağını sözleşme ya da yasaya dayanmaksızın açığa vurmasıdır. İnsan hakları hayatın içinde, ihtiyaçtan, ihtiyaç sahiplerinin istemlerinden kaynağını bulur. Tarihin tüm dönemlerini kapsayacak şekilde, otorite karşısında ihtiyaç sahiplerinin taleplerini şekillendirmeleridir söz konusu olan. Kendisini ve kendi geçim araçlarını bilinçli olarak üreten ve güzellikler yaratan, bu olanağa canlı türleri içerisinde sahip olan insanın eylemidir, yaşama durumlarıdır insan haklarının kaynağı. O nedenle, insan hakları evrimcidir. Sürekli gelişir. O nedenle, yaşama durumlarından kaynaklı olduğu için dinamiktir. Kaynaklandığı yaşam harekete dayandığı için dinamik bir süreçtir insan hakları. Her tarihsel dönemde ihtiyaçlar ve her tarihsel dönemde istemler çeşitlenir, zenginleşir, derinleşir. İnsan haklarının evrimci ve dinamik karakteri buna yanıt verir. O nedenle de insan hakları listesine son nokta konulamaz.

İnsanın ürettikleri ve yarattıklarıyla bir bütün oluşu, onun değerini oluşturur. İnsan onuru dediğimiz şey, ürettiği ve yarattığı ile bir bütün olan canlı türünün, tüm biçim ve çeşitleriyle ve her eylemde-işlemde, bir muamele beklentisini ortaya koyar. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin tüm insanların onurda ve haklarda eşitliğini vurgulayan 1. maddesinin insan onurunun altını çizdiğini belirtmeliyiz. Bildirinin anahtar kavramı insan onurudur. Tüm insanlar insan olma onuru bakımından eşittirler. Dolayısıyla, insanlar, işçi, memur, doktor, bilim insanı, sanatçı, general, devlet başkanı, avukat ve benzeri sıfat ve kimlikleri ile değil, başlıbaşına insan oluşları itibariyle bir değer ifade ederler ve bu özellikleri nedeniyle de değer ya da onurlarına uygun muamele, ama her eylem ve işlem açısından uygun muamele beklentisi içerisindedirler.

2. İnsan Hakları Kategorileri Burada insan hakları listesinin evrimindeki satırbaşlarına bir göz atalım. Her bir hak ile ilgili tarihsel kök araştırması bu çalışmanın kapsamına girmiyor. O nedenle genel ve demet halinde bulunanlardan söz edeceğiz. Çok değil, 50 yıl öncesine, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin hazırlanması sürecine dönelim. Sovyetler Birliği ekonomik ve sosyal hakları öne çıkarıyordu, Amerika Birleşik Devletleri de kişisel ve siyasal hakları… Açıkça ekmek ve hürriyet karşı karşıya getiriliyordu bu tartışmalarda. Tartışmalar iki ayrı bildiri hazırlanması noktasına geldi. Sonra tek metinde anlaşıldı ve o bilinen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, 10 Aralık 1948’de Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul ve ilan edildi. Bildiri incelendiğinde, 1-21. maddelerin kişisel ve siyasal hakları, 22-28. maddelerinin de ekonomik ve sosyal hakları düzenlediği görülmektedir. Bu büyük bir uzlaşmaydı. Bu uzlaşma, 1966 yılında, ikiz sözleşmeler olarak da bilinen ve Bildirinin iki ayrı hak kategorisini sözleşme formunda düzenleyen, Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile BM Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi nedeniyle bozuldu. Amerika Birleşik Devletleri her iki sözleşmeyi de imzalamadı. Sözleşmeler, 1960’lı yıllardaki 3.Dünya ya da Bağlantısızlar Hareketinin ve sosyalist sistemin Birleşmiş Milletlerdeki ağırlığı nedeniyle hazırlandı ve 10 yıl sonra 1976 yılında yürürlüğe girdi.Hangi haklar kişisel ve siyasal nitelikte, hangi haklar ekonomik, toplumsal (sosyal) ve kültürel hak niteliğindedir? İşkence yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, adil yargılanma hakkı gibi haklar kişisel ve siyasal haklar; konut, sağlık, çalışma ve sendikal haklar gibi haklar da ekonomik ve sosyal haklar olarak nitelenir.

Bu iki hak grubu dışında, bir üçüncü hak grubu son 20-30 yılda hızla gündeme geldi. İnsan haklarının kaynağında ihtiyaçlar ve talepler olduğunu, yaşamın içinden çıktığını, yaşamın ise statik değil dinamik olduğunu belirtmiştik. Bu nedenle, böyle bir gelişme bekleniyordu ve bu süreç devam ediyor. Üçüncü grup haklar, dayanışma haklarıdır. Bu haklar arasında, çevre, barış, gelişme, insanlığın ortak mal varlığından yararlanma hakları ve halkların hakları sayılabilir.

3. İnsan Hakları Hukukunda Hakkın Unsurları İnsan hakkı olarak nitelediğimiz bir hakta, hukuksal olarak ne gibi özellikler, unsurlar vardır ki ona biz insan hakkı diyoruz? Ya da insan haklarını yaşamdan kaynaklı olarak gösterdiğimize göre, ne gibi yaşama durumları hak formunda düzenlenebilmektedir?İnsan Hakları Hukuku, bir yaşama durumunu hak formunda düzenlerken, ya da hak diye nitelenen yaşama durumunun gerçekten insan hakkı olabilme, sayılabilme potansiyelini değerlendirirken dört unsur(1) arar. Bunlar, hak diye nitelenen şeyin a) Konu, b) Özne, c) Muhatap ve d) Yaptırım unsurlarını taşıması gerektiğidir. İnsan hakları hukukunda, insan hakkının konusu ile kastedilen, o hakla hangi “değer”in korunduğudur. İnsan hakları savunuculuğu, aktivistliği ya da insan haklarının korunması eylemi, “çıkar” savunuculuğu, korumacılığı ya da aktivistliği değildir. Her biri birer değeri ifade eden insan haklarını, sözleşme ya da kanundan doğan ya da o tür belgelerce düzenlenmiş ya da yazılı olmayan ilişkilerin yaşandığı durumlardaki hak sahipliği ya da dar anlamda ekonomik, sosyal ya da sınıf çıkarlarıyla karıştırmamak gerekir. Tersi durumlar da görülebilir. Ücret istemi ya da dinlenme günleri için istemde bulunma bir bireyin kişisel ilişki alanına giren ve dar anlamda çıkar gibi görünüm kazanabilen durumlar, gerçekte o ilişkinin arkasındaki değerin çıkar gibi görünüm kazanmasından ibarettir. Böyle bir eylem-işlem de (çıkar gibi görünüm alan eylem- işlem de) gerçekte bir değerin korunması, kazanılması ya da geliştirilmesine dönüktür. Burada değerlendirmeye konu olan, değeri korumaya ya da kazanmaya ya da geliştirmeye dönük eylemle, çıkar, menfaat sağlamaya dönük eylem/işlem arasındaki ilişkidir. İşkence yasağı, başka bir anlatımla işkence görmeme hakkıdır. İşkencenin önlenmesi, yapılmışsa saptanması ve hukuksal sonuca bağlanması için çalışmak bir değeri korumaya (bu değer, onurlu yaşam hakkı ve fiziksel ve ruhsal vücut bütünlüğünün, insan onurunun korunmasıdır) dönük eylem- işlemde bulunmaktır. İşkencenin ve işkencecinin gizlenmesi, korunmasına dönük işlem-eylem de çıkar korumaya dönüktür. Doğaya, çevreye zarar verdiği kanıtlanmış yöntemlerle herhangi bir üretim faaliyetini sürdürmek, bunda ısrarlı olmak çıkar korumaya dönük işlem-eylemdir. Oysa, doğa, çevre ve tarihsel, kültürel ve mimari mirası korumaya dönük eylem/işlem değer korumaya dönük eylem-işlemdir. Örneğin, Bergama köylülerinin eylemi değer korumaya dönüktür. Belki o köylülerin toprakları ve yaşadıkları coğrafya ilk ve direkt etkilenecektir, uygulanan zararlı faaliyetten. Ancak, bu durum ve eylemlerinin özü, çıkarla açıklanamaz. Oysa, Marmaris’te, sit alanına yapılmış bir otel inşaatının yıktırılmasına tepki göstererek direniş gösteren köylülerin eylemi ise dar anlamda çıkar eylemidir. Eylemi yapana değil, eylemin özüne bakmak gerekir. Demek ki, insan hakları hukuku, bir yaşama durumunu hak formunda düzenleyebilmek için ya da yapılmış bir hukuksal düzenlemeyi insan hakkı olarak niteleyebilmek için, onunla hangi değerin korunmak istendiğine bakar.

İnsan hakları hukuku, ikinci unsur olarak, hakkın öznesini arar. Hak diye nitelenen ya da öyle düzenlenen bir normda, o hakkın sahibinin kim olduğunun belli olması gerekir. Hakkın sahibi, kimi kez, mağdur olarak, eylem ya da işlemden birebir zarar gören olarak karşımıza çıkar. Ya da önceden hakkın sahibi bellidir. Eylem ya da işlemde bulunulmadan önce bellidir. Hakkın sahibinin her durumda tekil gerçek kişi olması koşulu da bulunmamaktadır. İnsan hakları hukuku, temelde birey ile devlet arasındaki ilişkiyi ve çelişmeyi esas almakla birlikte, giderek bireyin de içinde yer aldığı, bireylerden oluşan topluluklar, gruplar da hak sahibi olarak nitelenir oldular. Ve nihayet, BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinde olduğu gibi (her iki Sözleşmenin 1. maddeleri) ulusların ya da halkların haklarından söz edebilme olanağı doğdu.

İnsan hakları hukukunda üçüncü unsur olarak muhatap unsuru sayılmaktadır. Muhatap, insan hakları hukukunda genel olarak siyasal otoritedir. Siyasal otorite, devlet olanak ve yetkisini taşır. Siyasal otorite ya da devlet, insan hakları olarak adlandırılan hakları tanıyacak, uygulanması için koşulları yaratacak, bu hak ve özgürlükleri kullanmak isteyenleri koruyacak ve bu hak ve özgürlükleri geliştirebilecek siyasal ve sosyal tedbirleri alacaktır. Belirtilen durumda, insan haklarının ihlalinde hak sahiplerinin muhatabı her durumda devlet organlarıdır. Eğer kentli hakları söz konusu ise, o ülkede, kentli hakları bakımından yetkilendirilmiş yerel yönetimler de hak sahipleri tarafından muhatap alınacaktır. İnsan hakları sorunlarında, devletin muhatap alınması, insan hakları hukukunun temel özelliklerinden birisidir. Bu, insan hakları hukukuna sanıldığı gibi soldan değil, liberal bir yaklaşımdır. Dolayısıyla, Türkiye’de insan hakları aktivistlerinin genel olarak sol siyasal kimlikli oluşundan hareketle, her insan hakkı ihlali ile ilgili olarak, devletin muhatap alınması fikri, sol siyasal kimlikli insan hakları aktivistlerinin uydurdukları bir anlayış değil, tersine tarihsel olarak bireyin özgürlük alanını devlet ya da genel olarak siyasal otorite karşısında genişletmeyi ilke edinmiş liberal düşünüşün ürünüdür. Bugün için, Türkiye örneğinde, burjuvazinin böyle bir işlevinin olmayışından hareketle, tarihsel arka plana ilişkin gerçeği yadsıyamayız. Ancak burjuvazinin dünya ölçeğinde, gerici bir sınıf haline gelişi ve insanlığın gelişmesinde sahip olduğu araçlar nedeniyle engeller çıkarması, özgürlük alanındaki bayrağın yere düşmesine neden olmayacaktı ve süreç sol kimlikli insanları, bir dönem burjuva sınıfının savunduklarını, hem Türkiye’de hem de dünya ölçeğinde, burjuvaziye rağmen savunulması göreviyle karşı karşıya bıraktı. Muhatap konusu da işte bu alanlardan birisidir.

İnsan hakları hukukunda dördüncü unsur olarak yaptırım (müeyyide) sayılmaktadır. İnsan hakkı olarak nitelenen şey, ihlal edildiğinde, hukuk düzeni, ihlalin karşısında nasıl bir yaptırım öngörmektedir? Öngördüğü yaptırımın türleri nelerdir? Bu yaptırımların neler olduğu ve türlerinin belli olması gerekir. Genel olarak hukukta, yaptırım türleri, hapis, ağır hapis gibi özgürlükten yoksun bırakma cezaları, ya da belirli bir süre ya da temelli olarak bir iş ya da meslekten çıkarma cezaları, ya da başka türden idari yaptırımlar olmak üzere, ihtiyati tedbirler, yürütmenin durdurulması ya da işyeri kapatma ya da para cezaları gibi yaptırımlardır. Hukuk düzeni, her bir hakkın niteliğine ve olayın oluşuna göre yaptırımlar öngörür. Böylece yaptırımları idari yaptırımlar ve hukuksal (yargısal) yaptırımlar olarak iki ana gruba ayırabiliriz. Burada her iki ana grup da önemli olmakla birlikte, yargısal süreçler tayin edici role sahiptir. Zira, insan haklarının ve bu arada kentli haklarının korunmasının güvencelerinden birisi hukuktur. Hukukun bu işlevini yerine getirebilmesi için, hukuk düzeninin mekanizmalarının, hızlı, adil, ucuz ve etkin çalışması gerekir. Konu yalnızca normlardaki bir değişiklikle güvence altına alınmış olmaz.

4. Bir İnsan Hakkı Olarak Dayanışma Haklarının Özelliği Dayanışma hakları başlığı altında toplanabilen çevre, barış, insanlığın ortak malvarlığından yararlanma ve gelişme haklarına, kanımca bu ana başlık altında yer alabilecek bir hak grubunu, kentli haklarını ekleyebiliriz. Dayanışma haklarının ortak özelliği, diğer tüm insan haklarının ortak özelliği olan yaşam hakkını ortak payda olarak almasıdır. Dayanışma hakları, diğer tüm insan haklarının da korunması için ortak gözetim, işbirliği ve dayanışmayı gerektirmesine karşın, niteliğinden kaynaklı olarak işbirliği ve dayanışma özelliği belirgin bir biçimde ortada olan haklardır. Bu grubun özel niteliğini vurgulamak için, şöyle bir örnek verilebilir: Amazon ormanları oksijenimizin % 15’ini sağlıyorsa, devletlerin egemenlik hakları var diye Brezilya hükümeti bu ormanlarda dilediği gibi tasarrufta bulunamaz. Ya da diyelim ki, Brezilya halkı, devletin ormanlar yerine ikame etmek istediği bir projeye de destek verdi. Brezilya halkı ve devleti öyle uygun gördü diye ormanlar yok edilemez. Tuna nehri Viyana’nın tam ortasından geçiyor ve güney doğu istikametinde ilerliyor. Avusturya hükümeti, sınıra yakın bir yerde Tuna’yı kirletecek bir tesisi, nasıl olsa benim egemenlik alanımdaki toprakları ve doğayı zehirlemeyecek diye kuramaz. Böyle diyoruz ama yıllardır, Tuna’nın yarattığı kirlilik Karadeniz’in özellikle Romanya, Bulgaristan ve Türkiye kıyılarındaki, deniz bitki örtüsünü ve deniz ürünlerinin pek çok türünü yok etmedi mi? Uluslararası gönüllü kuruluşların, kimi kez de Türkiye’de, bizleri de uyarıcı eylemler yapmalarının nedenini anlayabiliyor muyuz? Ayasofya ya da Süleymaniye bizim topraklarımızdadır diye, dilediğimiz gibi tasarrufta bulunabilir miyiz? Dayanışma hakları, insan hakları hukuku bakımından, bir hakta bulunması gereken temel unsurları (konu, özne, muhatap ve yaptırım) bünyesinde bulundurmaktadır.

5. Kentli Hakları İnsan onurunun bir muamele beklentisini ortaya koyduğunu söylemiştik. İnsan onurunu, yalnızca siyasal otoritenin yasa uygulamakla görevli ajanlarının insanın fiziksel ve psişik varlığına dönük saldırı eylemleri söz konusu olduğunda ve bununla sınırlı olarak algılamamak gerekir. Örneğin insanlık onurunun işkenceyi yeneceği şeklindeki slogan, insan onurunun işkence eylemi karşısında korunmasını ister. Ayrıca bir inancı, insan onurunun değerini vurgular. Fakat insan onurunu yalnızca bu tür saldırı ile sınırlı kavramak eksik bir yaklaşımdır. Konuya, dayanışma hakları ve bu arada kentli hakları bakımından da yaklaşıldığında, muamele beklentisine aykırı her eylem ve işlemin insan onuruna aykırı olduğunu saptamak olanaklıdır. Örneğin, çevre, doğa, tarih, mimari ve kültürel mirasa her saldırı ya da genel olarak insanların yaşamlarını zorlaştırıcı eylem-işlemler, insan onuruna aykırı eylem ve işlemlerdir.Kentli hakları, son yılların ürünü bir hak kategorisidir. Burada, “kent-li” ile kastedilen, kentteki insan ve onun yaşama durumudur. Kentte yaşama, sürekli ya da geçici olabilir. Herhangi bir nedenle kentte bulunuşu da içerir. Kentin sakini -kentte sürekli olarak yerleşmiş insan- ile kente tiyatro izlemek için gelmiş ve bu etkinliği izleyip kentten ayrılacak olan insan arasında, insan haklarının anahtar kavramı olan, insan onuru kavramı açısından fark yoktur. Kentte hava, gürültü kirliliği varsa, kentte ulaşım ve dolaşım sorunu varsa, kent güvenli bir kent değilse, üretilen mal ve hizmetler sağlıklı değilse ve benzeri insan onuruna aykırı durumlar varsa, kente tiyatro izlemeye gelen insan, insan onuruna uygun muamele beklentisine yanıt alamıyor demektir. Kentli hakları açısından da bu insan, insan onuruna aykırı muameleye tabi tutuluyor demektir. Buradan çıkan birinci sonuç, kentli haklarının, kentlilere, diğer insan haklarına ek olarak tanınan haklardan olduğudur. Bilindiği gibi, insan hakları bütünseldir, birbirine bağlıdır ve şarta bağlı tutulamaz.

Kent, insan için yaşama ortamlarından (habitat) birisidir. Bu yaşama ortamının, tarihsel gelişmesi incelememizin kapsamı dışındadır. Ancak kentlerle ilgili bir gereklilikten söz edebiliriz. Kentlerin, insan onuruna uygun yaşama, gezme, görme, eğlenme, kültürel aktivitelerde bulunma amacı doğrultusunda yapılandırılması gerekliliğidir bu.

Nüfusun sürekli artış göstermesi, ortalama yaşam süresinin uzaması, bilimsel ve teknolojik gelişmeler, üretimin devasa boyutlarda artış göstermesi, çoğu ülkelerde nüfusun büyük ölçeklerde sanayi bölgelerine yönelmeleri kentleşme olgusunu hızlandırmaktadır. Bugün Türkiye’de nüfusun %70’i kentlerde yaşar olmuştur. Gelişmiş ülkelerde bu oran çok daha yüksektir.

Kentli hakları alanında, Avrupa Konseyi tarafından 1992 yılında kabul ve ilan edilen Avrupa Kentsel Şartı, kentli hakları alanındaki en önemli bölgesel belgedir. Avrupa Kentsel Şartı metni, 20 maddelik bir deklarasyon ve 13 maddelik şart ilkelerinden oluşmaktadır.

Deklarasyonun 20 maddelik başlıkları,
1. Güvenlik, 2. Kirletilmemiş, sağlıklı bir çevre, 3. İstihdam, 4. Konut, 5. Dolaşım, 6. Sağlık, 7. Spor ve dinlence, 8. Kültür, 9. Kültürlerarası kaynaşma, 10. Kaliteli bir mimari ve fiziksel çevre, 11. İşlevlerin uyumu, 12. Katılım, 13. Ekonomik kalkınma, 14. Sürdürülebilir kalkınma, 15. Mal ve hizmetler, 16. Doğal zenginlikler ve kaynaklar, 17. Kişisel bütünlük, 18. Belediyelerarası işbirliği, 19. Finansal yapı ve mekanizmalar, 20. Eşitlik şeklindedir.

Avrupa Kentsel Şartı ilkelerinin ana başlıkları ise,
1. Ulaşım ve dolaşım,
2. Kentlerde çevre ve doğa
3. Kentlerin fiziki yapıları,
4. Tarihi kentsel yapı mirası,
5. Konut,
6. Kent güvenliğinin sağlanması ve suçların önlenmesi,
7. Kentlerdeki özürlü ve sosyo ekonomik bakımdan engelliler,
8. Kentsel alanlarda spor ve boş zamanları değerlendirme,
9. Yerleşimlerde kültür,
10. Yerleşimlerde kültürlerarası kaynaşma,
11. Kentlerde sağlık,
12. Halk katılımı, kent yönetimi ve kent planlaması,
13. Kentlerde ekonomik kalkınma,
şeklindedir.

Kentlilere, diğer insan haklarına ek olarak tanınan hakların ortak özelliği, bu hakların diğer insan hakları gibi, insan hakları hukukunun aradığı unsurları taşımasıdır. Kentli hakları kategorisi içinde, birinci ve ikinci kuşak haklar da, çevre hakkı gibi dayanışma hakları içerisinde bulunan haklar da bulunmaktadır. Anılan hakların bir diğer temel özelliği, işbirliğini ve dayanışmayı zorunlu kılmasıdır. Bu haklar, kentlilerin insan onuruna uygun bir yaşam sürdürmesi için zorunludur. Bu hakların, tanınması, tanımlanması, kazanılması, korunması, kullanılması ve geliştirilmesi için gerekli olan nedir? Tüm insan hakları için gerekli olanlar, bu haklar için de gereklidir. Tüm insan haklarının yaşam bulması için gerekli olan iki koşuldan söz etmiştik. Bunlardan ilki, demokratik kamuoyunun gücüdür. İkincisi ise hukukun gücüdür. Demokratik kamuoyundan kastımız, kentli hakları özelinde, kentlerde yaşayan insan topluluğudur. Hukukla kastedilen, pozitif hukuk normları-yürürlükteki yasalar değildir. İnsan hakları hukukunun normlarıdır. Peki nasıl bir siyasal hukuksal çerçevede, diğer insan hakları gibi, kentli hakları da yaşam bulur, korunur, gelişir? Bunun için gerekli olan demokrasidir. Demokrasiyi, 1993 yılında Viyana’da toplanan Dünya İnsan Hakları Konferansı, Konferans belgesinin 8. maddesinde tanımlamıştır. Demokrasi, “halkın, kendi ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel sistemini belirlemek için iradesinin serbestçe ifade edildiği ve yaşamın tüm yönlerine tam katıldığı” rejimin adıdır. Belirtilen durumda, değer savunuculuğu olarak nitelendirdiğim insan hakları savunuculuğu, bu arada kentli hakları ile ilgili savunu, a) demokratik kamuoyunun gücü, b) hukukun gücü haline gelmelidir. Tek tek yüz milyonlarca dürüst insan (özü sözü bir olan insan) örgütlü bir güç olmadan ve demokrasi tanımındaki özgürleşmeyi sağlayan siyasal ve hukuksal sistemi oluşturmayı ve geliştirerek sürdürmeyi hedeflemeden hakların yaşam bulması ve gelişmesi olanaksızdır.

6. Türkiye’de Kentli Haklarının Hukuksal Altyapısı ile İlgili Sorunlar Mimarlar Odası için meslektaşım Av. Cengiz Çekiç ile birlikte yaptığımız, “Türkiye’de Kentli Hakları Mevzuatı” adlı çalışma, kentli hakları bakış açısıyla, yürürlükteki mevzuatın bir taramasıydı. Buna göre, Türk Hukuk Mevzuatında kentli hakları ile ilişkisi kurulabilecek 415 yasa bulunmaktadır. Binlerce yasa maddesinde konular düzenlenmiştir. 10 yasa Osmanlı döneminden bu yana yürürlüktedir. Yasalarda, Avrupa Kentsel Şartı ilkelerine karşılık gelecek şekilde tarama yapılmış, özgürlükten yoksun bırakma (hapis, ağır hapis cezaları), işyeri kapatma, meslekten men, para cezası gibi yaptırım türleri ve yaptırım uygulamaya yetkili idari ve yargısal kurumlar saptanmıştır. Ayrıca bu tarama bize, insan hakları hukuku bakımından da veriler sunmuştur. Yasalar ve ilgili mevzuat her ne kadar kentli hakları bakış açısıyla düzenlenmemişse de (Şart bağlamında zaman açısından olanaklı değil) insan hakları hukuku bakımından hakların konularını ve öznelerini saptamakta ve genel olarak merkezi ve yerel yönetimler olarak muhatabı belirlemede bir güçlük bulunmamaktadır. Ancak, bu araştırmada bazı gerçekler de ortaya çıkmıştır. İlki, mevzuatın genel olarak dayanışma hakları özel olarak da kentli hakları bakış açısıyla toplanmasıdır. Bu bağlamda, Anayasa’da ya dayanışma hakları başlığı altında ya da kentli hakları başlığı altında bir düzenlemeye gidilmesidir (Anayasa’nın tümüyle yeniden yapılandırılması görüşündeyim. Bunun tek bir ilkesi vardır. Anayasa, ulusalüstü insan hakları belgelerine dayalı olmalıdır). İkincisi, Mevzuat bu düzenlemenin ardından Anayasa’ya uyumlu hale getirilmelidir. Üçüncüsü, kentli hakları ile ilgili, yargı kurumları oluşturulmalıdır. Böylece, yargılamada uzmanlaşma sağlanacak, hukuksal süreçler hızlı ve etkin işleyecektir. Dördüncüsü kentli hakları ile ilgili yargı kurumlarına başvuru yargılama giderlerinden muaf olmalıdır. Oysa bugün, idari yargıya başvuru ve davayı sonuçlandırmak avukatlık ücreti hariç bilirkişi incelemesini ve keşfi gerektiren bir olayda, asgari ücretin en az 6 katı bir harcamayı gerektirmektedir. Örneğin, Ayasofya müzesi tam 14 yıldır, müzenin tam ortasında kurulmuş paslı restorasyon demirlerinin işgali altındadır. Restorasyon çalışmaları durmuş haldedir. Türkiye’de turistlerin en çok ziyaret ettiği yer de Ayasofya’dır. Bu görüntü, insanlığın ortak malvarlığına verilen değer açısından bir yurttaş olarak ve bir insan olarak hepimizin yüzünü kızartacak niteliktedir. Bu durum için herhangi birimizin idareyi kusuru nedeniyle sorumlu tutup idari yargıya başvurmamız halinde, yargılama giderlerini karşılamamız olanaklı değildir. Zira konunun uzmanları keşif yapacaklardır. Masrafı davacılar karşılayacaktır. Beşincisi, yargı kararlarının uygulanması, özellikle yürütmenin durdurulması, kararların etkin bir biçimde uygulanması sağlanmalıdır. Bunun için de, 1913 tarihli Memurin Muhakematı Kanunu yürürlükten kaldırılmalıdır. Yargı kararlarını uygulamayan kamu görevlileri için caydırıcı cezalar öngörülmelidir. Altıncısı, idari birimlerin aldığı her bir karar için ayrı ayrı dava açma zorunluluğu ortadan kaldırılmalıdır. Örnek, Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu’nun aldığı bir kararla ilgili olarak, hem o karar için, hem Kültür Bakanlığı ve konusuna göre başka bakanlık için ve bir ruhsat işlemi söz konusu ise Valilik için ayrı ayrı dava açma zorunluluğu doğabilmektedir. Bu ise hak arama yollarının kullanımının zorlaştırılması anlamına gelmektedir. Yargısal süreçlerle ilgili önerileri geliştirmek olanaklıdır.Türkiye’de kentli hakları alanında hem merkezi yönetim hem de yerel yönetimler görevli ve yetkili kılınmıştır. Anayasa’nın 127. maddesinde yerel yönetim olarak, hem merkezi yönetimin taşradaki temsilcisi konumundaki İl Özel İdareleri hem de Belediyeler sayılmaktadır. Belediyeler üzerinde ise, İçişleri Bakanlığı’nın kuruluşu ve işleyişi ile ilgili yasada açıkça “vesayet” yetkisinden söz edilmektedir.

Belediye Meclisi’nin bütçesi ancak Vali onayı ile yürürlüğe girebilir durumdadır.

Türkiye’de ülke genelindeki siyasal ve hukuksal çerçeve ne ise (halkın iradesinin serbestçe ifade edilmesi ve yaşamının tüm yönlerine tam katılımı ilkesini anımsayalım) kentli hakları açısından da yerel yönetimler alanında aynı çerçeve görülmektedir. Yapının genel karakteri, merkezci, kapalı ve bürokrasinin egemenliğine dayalı olmasıdır.

Kentli haklarının yaşam bulması, bu haklara birer “değer” olduğunu bilerek sahip çıkmaktan geçiyor. Bu ise, insan anlayışımıza göre şekilleniyor. İnsanın başka insanlarla ve doğa ile ilişkilerini değerlendirişimize bağlı olarak tutum alıyoruz. Diyarbakır’da yoksul insanlara ekmek dağıtım şekline yönelttiğimiz eleştiride doğruluk payı vardır. Yüzlerce insanın çamurlar içinde kamyona hücum etmesini, birbirlerini çiğner durumda oluşunu, işin örgütlenmesi açısından değerlendirebiliriz. Ancak ortada bir yoksulluk sorunu olduğunu, yoksulluğun insan haklarının kullanımının da önünde engel teşkil ettiğini nasıl unutabiliriz? Üstelik bunun bir durum olduğunu, bu durumun ise bir ilkenin ihlali olduğunu atlayabilir miyiz? Bu ilkenin adının da sosyal adalet ilkesi olduğunu unutabilir miyiz?

Bu ve benzeri sorunları, televizyon, çamaşır makinası, otomobil ve apartman dairesi veren yarışma programlarına katılan bir kitleden, (evet her gece yapılan yarışmaya günde 375 bin telefon geliyorsa), böyle eğitilen, yönlendirilen insan topluluğundan, yalvaran topluluklardan çözmesini bekleyebilir miyiz?

Paranın ve çıkarın insan ilişkilerini belirleyen başlıca etken olduğu bir dünyada, bunun bir değer olarak her gün ve yeniden üretiminin ve sunumunun yapıldığı bir dünyada, insan haklarına sürekli vurgu koşuldur. Bir başka koşul, ayrıksı düşünenlerin kuşatmayı (hakları kazanma, koruma, kullanma ve geliştirme için) yarmaları ve bu yönde harcayacakları sürekli çabalarıdır.

(1)Kaboğlu Özden İbrahim, Özgürlükler Hukuku, s.282, Afa yayıncılık, İstanbul, 1994

Bir cevap yazın