İHD GENEL BAŞKANI ÖZTÜRK TÜRKDOĞAN’IN 15. OLAĞAN GENEL KURULU KONUŞMASI

İHD 15. Olağan Genel Kurulu - Öztürk Türkdoğan 

Sayın Divan,

Sayın Konuklar,

Sevgili Delege Arkadaşlarım,

İnsan Hakları Derneği’nin 15. Olağan Genel Kurulu’na hoş geldiniz. Hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlarım.

Konuşmama başlarken, Genel Kurulumuzu ithaf ettiğimiz arkadaşlarımızı ve son bir hafta içerisinde kaybettiğimiz kurucularımızdan İhsan Atar ve İbrahim Açan’ı saygıyla andığımı ve anılarının mücadelemize ışık tutacağını belirtmek isterim.

İHD, kurulduğu günden beri Türkiye’de demokrasi ve insan hakları sorunu olduğunu söyleye gelmiştir. Bu sorunların en önemli sebepleri arasında Kürt sorunu, Din ve Vicdan Özgürlüğü sorunu ve Vesayet sorunu bulunmaktadır.

Geçen kongreden bu kongreye kadar geçen süreçte önemli gelişmelerin yaşanmasına tanık olduk. 2009 yılında Devlet, Kürt sorununu resmen kabul etti. Ancak kabul ettiği bu sorunun adını değiştirerek sonucunu bir türlü getiremedi. Bu süreçte devletin Kürt sorunundaki tutumu inkâr ve imha siyasetinden, tanıma ve tasfiye siyasetine evirilmiştir. Oysa doğası gereği eğer bir sorunu tanıyorsanız bu sorunun çözümü konusunda yapılması gerekenleri yapmanız gerekir. Kürt sorunu Kürt’süz ve muhatapsız çözülemez. Son iki yılda yaşananlardan 29 Mart 2009 yerel seçimlerindeki sonuçlar, 12 Eylül 2010’daki referandumu boykot sonuçları esasında Kürt sorununda Kürt’süz ve muhatapsız bir çözüm olamayacağını ortaya koymuştur. Bu süreçte Kürt siyasetçileri ve insan hakları savunucuları üzerindeki yargı baskısı sorunun şiddet dışı yöntemlerle çözümü noktasında sistemin en önemli çıkmazını göstermiştir. Kürt sorunu şiddet yöntemleriyle çözülemez. Bu sorun ancak siyasal zeminde insan haklarına bağlılık temelinde çözülebilir. Bunun için de siyaset yapanlar üzerindeki yargı baskısının tümüyle ortadan kaldırılması gerekmektedir. Türkiye, gelinen süreçte artık bir karar vermelidir. Şiddet dışı yöntemlerle siyasal zeminde sorunu çözmek isteyen siyasetçilere dokunmamalıdır. Toplumsal muhalefeti oluşturan kesimlere dokunmamalıdır. Hem silahların bırakılmasından bahsedilecek hem de silah kullanmayan insanlara yargı baskısı uygulanacak… İşte tam da bu tasfiye politikasından vazgeçilmelidir.

Tabii bu vesileyle Diyarbakır’da devam eden Kürt siyasetçilere, sivil toplum temsilcilerine ve insan hakları savunucularına yönelik davadan da bahsetmek gerekir. Hiçbir şiddet eylemi yapmayan ve şiddeti teşvik etmeyen kişileri yaptıkları çalışmalar yoluyla Kürt sorununun çözümü noktasında faaliyet göstermelerinin yasa dışılıkla suçlanması çok açık bir biçimde ifade ve örgütlenme özgürlüğü ihlalidir.

18 Ekim’de başlayan davada yaşananlar, adil yargılanma hakkı ilkesine uygun davranılmadığını, savunma hakkının daha baştan kısıtlandığını göstermektedir. Bu davada siyasetçiler ve insan hakları savunucularının yanı sıra bir türlü kabul edilmek istenmeyen Kürt dili de mahkûm edilmek istenmektedir. Mahkemenin Kürtçe savunma talebi karşısındaki inanılmaz direnci aslında devlet sisteminin Türk etnisitesine dayalı ideolojik arka planını göstermektedir. Lozan Anlaşmasına bile aykırı bir tutum içerisine giren Mahkemenin yargılama biçimi, Kürtlere yönelik 87 yıldır devam eden özel yargılama biçiminin bir göstergesidir. Kürt dilinin yanı sıra bu ülkede yaşayan her etnik grubun kendi dilini kullanması, öğrenmesi, öğretmesi ve bu dilde savunma yapması en doğal haklarıdır. Hiç kimse ve hiçbir kurum bu hakka engel olmamalıdır.

Sayın Konuklar, Sayın Delegeler,

Kürt sorununda gelinen aşamada KCK tarafından eylemsizlik sürecinin seçimlere kadar uzatılması oldukça olumlu bir adımdır. İnsan Hakları Derneği eylemsizlik süreçlerinin uzatılarak kalıcı bir çatışmasızlık ortamının yaratılmasını sürekli talep etmiştir. Eylemsizlik sürecinin kalıcı hale gelmesiyle ilgili olarak hükümetin gerekli adımları atması, bir güven ortamı tesis etmesi gerekmektedir. Bu süreçte sorunlar demokratik bir yeni Anayasa ile çözülünceye kadar ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller kaldırılarak kalıcı çatışmasızlık hali devam ettirilebilir. Bu süreçte son 30 yılda yaşanan çatışma ortamının yarattığı sonuçların açığa çıkarılmasına dönük hakikatler komisyonu kurularak ne olup bittiği açığa çıkarılabilir. Bu önerileri sıralamak mümkündür. Ancak önemli olan bir güven ortamının tesis edilmesi ve provokatif eylemlerin önüne geçilmesidir.

Sayın Konuklar, Sayın Delegeler,

Din ve Vicdan Özgürlüğü alanında yaşanan sorunun kaynağı sistemin kendine özgü bir din anlayışı olmasıdır. Kendine özgü bir laiklik anlayışı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam’ın Sünni anlayışına uygun bir örgütlenme içerisinde olması, çelişkilerin odağını oluşturmaktadır. Bu anlayış, farklı din, inanç ve kültürleri dıştalayan bir anlayıştır. Bu hükümet zamanında Alevi Çalıştayları düzenlenmesine rağmen Alevilerin karşılaştığı sorunların çözülmemesi ve Alevilerin taleplerinin yerine getirilmemesi işte bu Resmi Din anlayışından kaynaklanmaktadır. Alevilerin inanç ve kültür merkezi olan Cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması, zorunlu din derslerine son verilmesi, Alevi köylerine cami yapılması uygulamasına son verilmesi acilen yerine getirilmesi gereken taleplerdir. 

Başörtüsü ile ilgili devam eden yasağın kaldırılamaması sistemin kendine özgü laiklik anlayışından kaynaklanmaktadır. İnsanların inançlarına uygun örtünmelerine belirli mekânlarda yasak getirmek baskıcı bir devlet anlayışında söz konusu olur. Unutulmamalıdır ki asıl olan özgürlüklerdir.

Lozan Anlaşmasına göre, azınlık kabul edilen Gayrımüslim grupların Din ve Vicdan Özgürlüğü alanında yaşadıkları sorunlar da unutulmamalıdır. Heybeliada Ruhban Okulu’nun hala açılamamış olması bu alandaki önemli ihlallerden birinin devam ettiğini göstermektedir. Çeşitli tarihi manastırlarda sembolik anlamda ibadet yapılabiliyor olması geleceğe dönük umudumuzu korumamıza vesile olan gelişmelerdir.

Sayın Divan,

Türkiye’de yaşanan önemli sorunlardan bir tanesi de genel olarak yaşanan vesayet sorunudur. Bu sorun, yargı üzerindeki Adalet Bakanlığı Vesayeti, hükümet üzerinde MGK Vesayeti, Üniversiteler üzerinde YÖK Vesayeti, Yerel Yönetimler üzerinde Merkezi İdare Vesayeti ve siyasi partiler üzerindeki yargı vesayeti olarak uzatılabilir. T.C. Anayasasının bu vesayetçi karakteri demokrasi kültürünün oluşması önündeki en büyük engellerden biridir. Dolayısıyla vesayet dendiğinde tek başına askeri vesayet anlaşılmamalı, her türlü vesayet anlayışına karşı çıkılmalıdır. Siyasal Partiler üzerindeki Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi Vesayeti siyasal partiler rejiminin özgürleşmesi önündeki en büyük engellerden biridir. Birkaç hafta önce MGK tarafından onaylandığı belirtilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (Kırmızı Kitap) bir bütün olarak hükümet üzerindeki vesayet ile hak ve özgürlüklere olan güvenlik bakış açısını gösteren önemli belgelerden biridir. Bu mekanizma bu şekilde belgeler ürettiği sürece demokratik bir işleyişin yerleşmesinin çok zor olacağını belirtmek isterim.

Ülkemizde uzun zamandan beri yaşanan bu vesayetçi sistemin yarattığı önemli sonuçlardan biri de, devlet içerisindeki yasa dışı yapılanmalardır. Gerek NATO bağlantılı Kontrgerilla yapılanması gerekse de Türkiye’ye özgü Ergenekon, Jitem gibi yasa dışı yapılanmaların tam anlamıyla açığa çıkarılması ve sorumluların yargılanması ile ilgili ilk adımlar atılmış, ancak çok sınırlı kalan bu adımların devamı getirilememiştir.

Son 30 yılda yaşanan çatışmalı süreç başta olmak üzere 1915 olayları, Kürt isyanlarında yaşananlar, Dersim katliamı, Askeri Darbe dönemlerinde yapılan insanlık dışı uygulamalar, toplu katliamlar, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, zorla köy boşaltmalar, gözaltında kayıplar gibi birçok konuda Türkiye’nin bir yüzleşme gerçekliği ile karşı karşıya olduğunu belirtmek isterim. Önümüzdeki dönemin, “yüzleşme süreci”nin yaşanması gereken bir dönem olarak geçirilmesi hepimizin öncelikli görevleri arasında olmalıdır.

Yüzleşme sürecine giden yolda, Anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılmış olmasının verdiği imkânları da kullanarak 12 Eylül askeri darbesini yapan cuntacıların yargı önüne çıkarılmasını sağlamak ve darbecilerin hak ettikleri cezayı almalarını sağlamak insan hakları savunucularının öncelikli görevleri arasında yer alacaktır. Derneğimiz bu konuda başlatmış olduğu çalışmaları kapsamlı olarak sürdürecektir.

Sevgili delege arkadaşlarım, biliyorsunuz bugün 6 Kasım. YÖK’ün kuruluş günü. Protestolarla geçer. Bu vesile ile belirtmek isterim ki, YÖK kaldırılmalı, Üniversiteler bilimsel ve akademik yönden özerk bilim merkezleri haline gelmelidir.

Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde önemli bir dış dinamik olan Avrupa Birliği sürecinden de bahsetmek gerekir. Söylenebilir ki, ilerleme süreci durağanlığını korumaktadır.

Sayın Konuklar, Sevgili Delegeler,

12 Eylül 2010’da yapılan referandumun ortaya çıkardığı en önemli sonuç, toplumun çok büyük bir kesiminin yeni ve demokratik bir Anayasa yapılması isteğinin açığa çıkmasıdır. İnsan Hakları Derneği, nasıl bir demokratik Anayasa istediğini defalarca ifade etmiştir.

İHD;
1. Resmi ideolojiye son verilerek, anayasanın ideolojik içerikten kurtarılmasını, Anayasanın başlangıç kısmından Türkiye’de yaşayan farklı kesimlerin ve toplumun bir bütün olarak barış içerisinde bir arada ortak bir gelecek inşa etmesini içermesini,
2. Gerçek bir demokratik düzen için Demokrasinin çoğulculuk, açıklık ve katılımcılık ilkelerine tam olarak uyulmasını,
3. Hukukun üstünlüğünün tesis edilerek, yargının hukukun üstünlüğüne uygun olarak yeniden yapılanmasını ve adil yargılanma hakkının tam olarak güvence altına alınmasını,
4. İnsan haklarına bağlılığın esas alınmasını ve evrensel insan hakları hukukunun bireyler ve gruplar için tam olarak kabul edilip uygulanmasını,
5. Etnik, dilsel, dinsel ve kültürel yönden halkların veya grupların haklarının evrensel insan hakları hukukuna uygun olarak tanınmasını,
6. Herkesin kişisel, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel hakları ile bireylerin ve grupların çevre hakkı başta olmak üzere dayanışma haklarının güvence altına alınmasını
7. Herkesin örgütlenme özgürlüğünün, Çalışanların sendikal haklarının toplu sözleşme ve grev hakkını bir bütün olarak kapsayacak şekilde sosyal devlet anlayışı içinde güvence altına alınmasını,
8. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin ve kadınların insan haklarının güvence altına alınmasını ve cinsiyetler ve cinsel yönelimler arasında fiili eşitliğin sağlanmasını, savunmaktadır.
Bu süreçte üzerimize düşen en önemli görev, sivil bir Anayasacılık hareketini güçlendirmek ve yapılacak demokratik Anayasada sivil Anayasacılık hareketinin taleplerini kabul ettirmektir. Önümüzdeki dönem bu konuda önemli çalışmalar içerisinde bulunmamız bizim için bir zorunluluktur.

Sayın Divan,

Çeşitli hak başlıklarında yaşanan gelişmelere değinmeden insan hakları alanında hangi durumda olduğumuzu bilemeyiz. Gelinen süreç, insan hakları alanında tekrar bir sorunlu dönemde olduğumuzu göstermektedir.

YAŞAM HAKKI İHLALLERİ

İHD verileri, yaşam hakkı ihlallerinde yaşanan gelişmelerin 10 yıl öncesine göre olumlu çizgide olduğunu ancak son birkaç yıldır durumun tekrar kötüleştiğini göstermektedir. Yaşam hakkı ihlallerinde iyileşmeler sağlanması ve bu ihlal alanında yaşananların sona ermesi için Kürt sorunundaki şiddet politikasına son verilmesi gereklidir. 2007 yılında değiştirilen PSVK hükümlerinin kaldırılması gereklidir. Güvenlik Kuvvetlerinin çok rahat silah kullandığı durumlara son verilmelidir. Hükümetin Kürt sorununda demokratik açılım sürecinde dile getirdiği polis ve jandarma denetim mekanizmasının bir an önce hayata geçirilmesi gerekmektedir. Çatışmalı ortamın yarattığı şiddet kültürüyle mücadele önemli bir başlık olarak ele alınmalıdır. Toplumun şiddetten arındırılabilmesi için genel bir silahsızlandırma çalışmasının yapılması gerekmektedir.

İŞKENCE ve KÖTÜ MUAMELE

Derneğimiz verileri işkence ve kötü muamele iddialarının yaygın olarak sürdüğünü göstermektedir. Adalet Bakanlığı’nın resmi rakamları bile her yıl 100’ün üzerinde işkence ve kötü muamele davası açıldığını göstermektedir. Buna rağmen siyasal iktidar mensuplarının Türkiye’de böyle bir sorun yokmuş gibi davranmaları tam bir aymazlıktır. İşkence ve kötü muamele ile etkin mücadele edebilmek için cezasızlık kültürü ile baş edilmeli, işkenceye karşı sözleşmenin ek seçmeli protokolünün parlamentodan bir an önce onaylanarak geçirilmesi gerekmektedir. “İşkence yoktur” ya da “azalmıştır” diyen AKP iktidarına seslenmek istiyorum, Niçin seçmeli protokolü mecliste onaylamıyorsunuz? Sivil Toplum Örgütlerinin başta cezaevleri olmak üzere gözaltı merkezlerini denetlemelerine niçin izin vermiyorsunuz?

AYRIMCILIK YASAĞI

Mevcut Anayasa ideolojik karakteri nedeniyle farklılıkları kabul etmediğinden esasında ayrımcılık uygulamalarının dayanağını oluşturmaktadır. Anayasadaki eşitlik maddesinde sıralanan ayrımcılık temelleri arasında etnik köken, cinsel kimlik, mezhep gibi Türkiye için önemli konu başlıkları bulunmamaktadır. Türkiye’de ayrımcılıkla mücadele edecek bir eşitlik kurumunun kurulması ve ayrımcılığı yasaklayan özel bir yasayla birlikte “nefret suçları”nın düzenlenmesi şarttır. Bu hususta İHOP bünyesinde yürütmüş olduğumuz çalışmalar hükümetle paylaşılmış, ancak somut bir sonuç alınamamıştır.

DÜŞÜNCE, İFADE ve BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ

Türk Ceza Yasası’nın 134, 214, 215, 216, 217, 218, 220 / 6,7,8,  222, 277, 285, 288 300, 301, 305, 314/3, 318 ve 341. maddelerinde, Terörle Mücadele Yasası’nda, Kabahatler Kanununda, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkında Kanunda, Siyasi Partiler Kanununda, Sendikalar Kanununda, Dernekler Kanununda, Atatürk’ü Koruma Kanununda, Basın Kanununda bu hak alanını sınırlayan ve cezalandıran çok önemli düzenlemeler bulunmaktadır. Esasen genel bir ifade özgürlüğü sorunu yaşadığımız ve bu sorunun en temel sorunlardan biri olduğunu belirtmek isterim. Siyasal iktidar mevcut vesayet rejiminden yararlanarak kendisi gibi düşünmeyen, toplumun başta muhalif olmak üzere diğer kesimlerine yönelik ifade özgürlüğü yasaklarını amansızca kullanmaktadır. AKP iktidara geldiğinde TMK’dan açılan dava sayısı 472 iken, bu sayı 2008 sonunda 3754’e ulaşmıştır. Yargılanan kişi sayısı 975’den 6851 kişiye ulaşmıştır. Bu duruma bir an önce son verilmelidir.

TOPLANTI ve GÖSTERİ YÜRÜYÜŞÜ HAKKI

Türkiye’de gerçek anlamda toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkından bahsedilemez. Toplantı ve gösterilere yapılan müdahaleler, bu müdahalelerde aşırı güç kullanımları, açılan davalar, verilen cezalar durumun vahametini ortaya koymaktadır. Kabahatler Kanununa dayanılarak verilen para cezaları ve gösteri mekânlarının neredeyse şehir dışına çıkarılacak olması siyasal iktidarın eleştiriye tahammülü olmadığını göstermektedir.

ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ

Siyasal partilerin rahatlıkla kapatılabilmesi, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi’nin vesayetçi uygulamaları, dernekler ve sendikalar hakkında açılan kapatma davaları, örgütlenme özgürlüğü alanında alınacak daha çok yol olduğunu göstermektedir.

KİŞİ GÜVENLİĞİ ve ÖZGÜRLÜĞÜ ile MAHPUS HAKKI

Ceza Muhakemesi Kanunu’nda ağır bir tutuklama rejiminin bulunması, katalog suç diye tabir edilen suçlamayla karşılan kişilerin rahatlıkla tutuklanması, kişi güvenliği ve özgürlüğü hakkının çok sık ihlal edildiğini göstermektedir.

Cezaevlerinde AKP’nin iktidara geldiği tarihte 59 bin kişi bulunurken 2010 Ağustos’unda bu sayının 119 bine ulaşması durumun vahametini göstermektedir. Tutuklama oranının bu kadar yüksek olması baskıcı bir politikanın izlendiğini de göstermektedir. Türkiye, tutuklama oranında Avrupa 5., cezaevinde bulunan mahpuslar ile de Avrupa 3.südür. Cezaevlerinde ağır hasta durumda olan yüzlerce kişinin tahliye edilmemesi ya da salıverilmemesi sistemin kurumsal bir baskı rejimi uyguladığının bir göstergesidir. Mahpusların yaşamlarını insan onuruna uygun sürdürebilmelerinin bu kadar çok sınırlandırılmış olması evrensel hak ve özgürlüklere açıkça aykırıdır.

Bu yıl Bursa İnegöl ve Hatay Dörtyol’da yaşanan linç girişimleri bir bütün olarak toplumdaki çeşitli etnik grupların güvenliğinin sağlanması konusunda yaşanan önemli zafiyetleri göstermiştir. Linç kültürü acilen baş edilmesi gereken öneli sorun alanlarından birsidir.

ADİL YARGILANMA HAKKI

Anayasada askeri ve sivil yargı sisteminin mevcut olması, sivil yargının kendi içinde DGM’lerin devamı olan özel görevli ve yetkili ağır ceza mahkemelerini barındırıyor olması, HSYK üzerindeki Adalet Bakanlığı vesayeti, yüksek yargıdaki ideolojik tutumlar hukukun üstünlüğü ilkesine uygun bir yargı yapılanması olmadığı göstermektedir. Son yapılan Anayasa değişiklikleri Adil Yargılanma Hakkı çerçevesinde herhangi bir değişiklik içermemiştir. İHD öncelikle Özel Görevli ve Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nin kaldırılması gerektiğini ifade edecektir ve bu konuda özel bir kampanya yürütecektir.

Yargının hukuk kurallarına aykırı biçimde telefon dinlemelerine ve teknik takiplere izin vermesi Türkiye’de bir korku iklimi yaratmıştır. Haberleşme hürriyeti bizzat yargı organları eliyle sürekli ihlal edilir hale gelmiştir.

EKONOMİK ve SOSYAL HAKLAR

2009 yılı Dünya Ekonomik Krizi’nin sonuçları Türkiye’de de yaşanmıştır. Son yıllarda resmi ve gayrı resmi işsizlik rakamlarının kronik olarak üst seviyede seyretmesi, gelir dağılımındaki uçurumlar, bölgelerarası kalkınmışlık farkı, ekonomik ve sosyal haklar alanında kötüye gidişin göstergeleridir. Sendikalı işçi sayısının giderek düşmesi sistemin işçi sınıfına olan bakışını göstermektedir. Sosyal devlet uygulamalarından uzaklaşılıp yardım devleti uygulamalarına başvurulması ekonomik ve sosyal hakların hak olarak görülmediği bir zihniyetin tezahürüdür. Unutulmamalıdır ki, kişisel ve siyasal haklar kadar ekonomik ve sosyal haklar da insanlar için vazgeçilmezdir.

KADINA ve ÇOCUĞA YÖNELİK TACİZ ve ŞİDDET

Bu dönemde kadına ve çocuğa yönelik ev içi ve toplumsal alanda şiddet, taciz ve tecavüz yoluyla saldırı ve öldürme vakaları artarak devam etmiştir. Maalesef namus cinayetleri sürmektedir. Kadın bedeni üzerinden gerçekleştirilen bu cinayetlerin durdurulamaması ciddi bir kültürel sorun olarak kendini göstermektedir. Toplumsal cinsiyet eşitliği alanında herhangi bir adım da atılmamıştır. Anayasa değişikliği ile kadınlara pozitif ayrımcılık getirilmesine rağmen erkek egemen zihniyet varlığını devam ettirmektedir.

İNSAN HAKLARI SAVUNUCULARI ÜZERİNDEKİ BASKILAR

15. Olağan Genel Kurulumuzu sevgili Muharrem Erbey, Vetha Aydın, Roza Erdede, Aslan Özdemir, Abdulbaki Çoğatay, Mehmet Şerif Süren ve Orhan Çiçek’in tutukluluğunda gerçekleştiriyoruz. İnsan hakları savunucularına yönelik yargı baskısının sürdürülüyor olması güvenlik politikalarının öncelikli olarak uygulandığı bir başka alan olarak karşımıza çıkmıştır. Türkiye’nin taraf olduğu BM Genel Kurulunca kabul edilen insan hakları savunucularının korunması bildirgesi fiilen işletilmemektedir. Hükümetin güvenlik işlerinden sorumlu Başbakan Yardımcısının aynı zamanda insan haklarından da sorumlu olması güvenlik eksenli bir insan hakları politikası izlendiğini göstermektedir. Şunu belirtmek isterim ki, insan hakları savunucuları yalnız değildir. Tutuklu arkadaşlarımızın yanında olduğumuzu ve yaptıkları çalışmaların tamamen hak savunuculuğu olduğunu bir kez daha belirtmek isterim.

Sayın Divan,

Konuşmamı bitirirken, insan hakları savunuculuğu çalışmalarımızın artarak devam edeceğini, geçen dönem açılışını yaptığımız İHD İnsan Hakları Akademisi’nin yarattığı heyecanın, savunuculuk faaliyetlerine önemli katkılar sunacağını belirtmek isterim. Başta genel başkan yardımcımız Muharrem Erbey olmak üzere diğer tutuklu arkadaşlarımızın bir an önce özgürlüklerine kavuşmasını ve Türkiye insan hakları ortamının iyileşmesini dilerim.

Hepinizi saygı ve sevgi ile selamlarım.

Öztürk Türkdoğan
İHD Genel Başkanı

Bir cevap yazın